Seyyîd Mustafa Uzgur, XXI. yüzyılda yaşamış, çocuk yaşta Kur’an-ı Kerim hıfzını tamamlayarak, İslâmî ilimler alanında kendisini yetiştirmiş büyük bir âlim ve Kâdirî tarîkatının Hâlisiyye koluna mensup bir mutasavvıftır. Aynı zamanda Diyânet camiasında 30 yıldan fazla görev yapmış bir imam-hatiptir.
Tarih içerisinde yaşamış her sûfînin yaşantısı ve karakteri incelendiğinde farklı kişilik yapılarına sahip oldukları aşikardır. Tasavvuf dönemleri bu açıdan incelendiğinde, miladi III. ve IV. asırlarda sûfîlerin karakterlerinin ön plana çıkartıldığı tasavvuf mektepleri ve tavırları, dört başlık altında toplanmıştır. Bunlar; Ma’rifet ve muhabbet görüşlerinin ağır bastığı Mısır Mektebi, açlık ve gece ibadeti tavrını benimseyen Şam Mektebi, fütüvvet ve melâmet tavrına sahip Nişâbur Mektebi ve Tevhid ve aşk hallerinin yaşandığı Bağdat Mektebi şeklindedir. Mustafa Efendi’yi, bu başlıklar içerisindeki tasnif göz önüne alındığında, araştırmanın ilerleyen bölümlerinde de anlaşılacağı üzere Tevhid ve Aşk karakterleri ağır basan Bağdat Mektebi’ne mensub bir tasavvuf erbâbı olarak nitelendirebiliriz.
Mustafa Efendi, bir imam-hatip olarak intisab ettiği gençlik yıllarından itibaren otuz yılı aşkın sürede tarîkatına ve şeyhine karşı yapmış olduğu hizmetlerden dolayı, Tarîkat-ı Kâdirîyye-i Hâlisiyye’de etkin görevlerde bulunmuştur. Şeyhinin hayatta olduğu dönemlerde kendisine verilen zâkirlik görevini uzun yıllar sürdürmüş, 1979 yılında Hayri Baba’nın vefatından önce yazmış olduğu vasiyetinde yerine bıraktığı halîfelerden bir tanesi olarak görevlendirilmiştir.
Mustafa Efendi, Türkiye’nin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine kadar birçok zikir ve sohbet meclislerinin oluşmasına vesile olmuş, aynı zamanda Avrupa’da başta Berlin olmak üzere Almanya’nın birkçok kentinde, Rusya’da, Amerika ve Avusturya’nın Viyana kentinde, Tarîkat-ı Kâdirîyye’nin halka-i zikir meclislerini kurarak, dergâhlar açmış ve yetiştirdiği mürîdanları vasıtası ile bu yolun kıyamete kadar devam edebilmesi için maddî ve manevî olarak her türlü gayreti göstermiştir.
A. İsmi ve Doğum Yeri
Kaleme aldığı eserlerinde ve mürîdanı tarafından “Özgür” müsteârı ile tanınan eş-Şeyh Hacı Hâfız Mustafa Uzgur hocaefendi; 1 Ocak 1938 tarihinde, Kars’ın Susuz kazasının Bendivan (Kayalık) köyünde dünyaya gelmiştir.
Kendisinin Özgür mahlası ile tanınmasının sebeplerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1- Sohbetlerine katıldığı mürşîdi Mustafa Hayri Baba’nın kendisini gördüğünde çoğu defa; “Buyur, gel Özgür evlâdım!” , “Mustafa Özgür Efendi gelmiş”, “Hâfız evlâdım!” gibi hitaplarda bulunarak kendisine seslenmesi.
2-Şeyhi Hayri Babanın vefatından önce kendi el yazısı ile yazdığı ve mühürlediği vasiyetinde, yerine bıraktığı halîfelerin listesi sıralanırken Mustafa Efendi’nin adı “Mustafa Özgür Rehber-i Karsî” şeklinde geçmesi.
3- Hiçbir güç ve kuvvet karşısında boyun eğmeden Allah’ın hükümlerini yaşayıp yaşatan ve Sünnet-i Rasûlullah’a tabi olarak tevhîdi yayan manasında Özgür mahlasını kullanması.
4-Uzgur olan soy isminin akrabalarından birkaçı tarafından Özgür olarak kullanılması ve kendilerine bu şekilde hitap edilmesi.
B. Nesebi
Anadolu toprakları; ticaret yollarının üzerinde bulunması, orta iklim kuşağına sahip olması, bir yarımada şeklinde üç tarafının denizlerle çevrili olması, tarım ve hayvancılığa uygun bir coğrafi konumda olması gibi pek çok siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel sebepten ötürü tarih içerisinde pek çok defa fethedilmiştir.
Mustafa Efendi’nin doğup büyüdüğü Kars topraklarının idaresi de bu fetihler ile birçok kez el değiştirmiştir. Hulefâ-i Râşidîn döneminde Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın (ra.) gerçekleştirdiği fetihler sonucunda, Doğu Anadolu’da bulunan Erzurum, Kars, Gürcistan, Azerbeycan, Horosan ve Kirman bölgeleri; Emevi Devleti döneminde ise Antakya ve Tarsus bölgesi İslam topraklarına dahil edilmiştir. Ancak Abbasî İslam devletinin iç karışıklıklar ile zayıflaması sonucunda Van, Ağrı, Pasinler-Erzurum ve Kars toprakları Bizans devletinin yönetimine geçmiştir.
Râşid Halifeler döneminde kazanılmış ve İslâm nizamı ile uzun bir dönem yönetilmiş olan Anadolu’nun tekrar İslam’a toprakları içerisine dahil edilebilmesi ve halkların irşâd edilebilmesi amacıyla Kafkasya, Horasan ve Türkmen coğrafyalarından; Ahmet Yesevi, Ebü’l Hasan Harakani gibi pek çok Allah dostu on birinci yüzyılın başlarında bu topraklara yerleşmişlerdir. Harakani Hz. lerinin yetiştirdiği talebelerinden olan Yağan Baba (Paşa) da bu amaçla Anadolu topraklarında zaviyeler kurmuştur. Bu toprakları İslamlaştırma gayreti ile Anadolu’ya gelen kişilerden bir tanesi de Uz Boyu beylerinden Seyyid Şerif Halil Divâni’dir. Kendisi Peygamber Efendimizin soyundan gelmekte olup Muhammed Bakırî evladlarındandır.
Seyyid Şerif Halil Divâni, Anadolu topraklarına gelerek belli bir müddet Yağan Baba Zaviyesine yerleşip hayatını sürdürmüştür. Zaman içerisinde bugünkü Pasinler bölgesinde bulunan Pulur-Bahar (Yeğen Paşa) köyüne yerleşmiştir. Bu toprakların Türk-Müslüman hakimiyeti altına girebilmesi için çevresinde bulunan ve Mustafa Efendi’nin de doğup büyüdüğü Kars’ında içinde bulunduğu, Erzurum, Ağrı ve Van topraklarından 29 köyü yüz bin dirheme satın almıştır. Daha sonra almış olduğu bu toprakları kendi ismini verdiği bir vakıf kurarak vakfetmiştir. Hicri 440 (m.1048) yılına ait olan bu vakfiye, aynı zamanda Anadolu Türk tarihindeki ilk vakfiye örneklerinden birisi olma özelliği taşır. Selçuklu Tebriz Kadısı tarafından onaylanmış olan bu vakfiye daha sonraki yıllarda Osmanlı Devleti tarafından da yenilenerek vakfiye malları korunmuştur. Hâfız Mustafa Efendi’nin babaannesi olan Sürme hanımın ailesi, neseb itibari ile tarihteki Horasan Türklerine uzanan, bu Uz beyine dayanmaktadır.
Sürme hanımın ailesi uzun bir müddet Pasinler bölgesinde ikâmet ettikten sonra, Rusların doğu vilayetlerini işgal etmeleri sırasında Kars’ın Maksutcuk (Masucuk) köyüne yerleşmişlerdir. Bölge halkı tarafından son derece saygı duyulan ve dindar bir aile olarak bilinen aynı zamanda Efendimizin soyundan gelen Sürme hanımın kardeşlerinin isimleri Derviş ve Şâmil’dir.
Bu sebeplerden ötürü Mustafa Efendi’nin dedeleri Soyadı kanununun kabulü ile kendileri için Uzgur soyadını kullanmayı tercih etmişlerdir. Akrabalarından bazılarının Uzgur yerine Özgür soyadını kullandığı da bilinir.
Mustafa Efendi’nin dedesi olan Musa Efendi; Kars’ın Maksutcuk (Masucuk) köyünde yaşayan Sürme Hanım ile evlenmiştir. Bu evliliklerinden Ruşen,Velişan, Kudret ve Şahsenem isimlerinde iki erkek ve iki kız çocukları dünyaya gelir.
Tarih içerisinde Ruslar doğu vilayetlerini ve Kars’ı 4 kez işgal etmişlerdir. Bu işgaller; 1807, 1828, 1855 ve 1877-78 yıllarındadır. Son işgal olan ve 93 Harbi diye de bilinen 1877/78 Türk-Rus savaşında doğu vilayetlerinin Ruslar tarafından işgal edilmesi ile bölgede Rus yönetiminin hâkim olduğu, merkezi Kars olmak üzere yeni bir şehir yapılanması oluşturulmuştur. 1878 yılında imzalanan Berlin Anlaşması’nın şartlarına göre, Rusya yönetimini kabul etmek istemeyen seksen binden fazla Türk ailesi bu karışıklıklarda bulunduğu vilâyetlerini terk ederek yer değiştirmek zorunda kalmışlardır. Mustafa Efendi’nin dedesi Musa Efendi’nin aralarında bulunduğu bazı aileler, bu tarihlerde Kars vilayetinin Susuz ilçesinin Bendivan köyüne (şimdiki ismi Kayalık) yerleşmiştir.
Peygamber’imiz (sav) “İman, yetmiş küsür şubedir. Hayâ da bu şubelerden bir tanesidir” buyurur. Hayâ, imân ağacının dallarında yetişen en kıymetli meyvelerden birisidir. Kalbinde hayâ duygusu olmayanın imânı tam manası ile şekillenmemiştir. Hafız Mustafa Efendi’nin nesebi bu hayâ hamuru ile yoğrulmuş ve kendisine kadar ulaşmıştır. Ninesi olan Sürme hanımın yardımseverliği ve hayâ sahibi oluşu yaşadığı bölgede herkes tarafından bilinmektedir.
Mustafa Efendi, kendisinin çocukluk yaşlarında ninesini gördüğünü ifade eder: “70-80 yaşlarında, başında şalı, ağzında yaşmak denilen peçesi olmasına rağmen kendi evleri içerisinde edebi muhafaza etmeye çalışırdı. Hatta evlerinde kimse olmasa dahi bu hâli korurdu. Erkek kardeşleri ile de yemek masasında bir arada yemek yemekten hayâ ederdi.” Hâfız Mustafa, Osmanlı’nın torunlarından olan ninesinin yaşantısındaki hayâ, edeb, örf, adet ve erkân farkındalığı bu şekilde ifade eder.
Rus işgali döneminde Kars’ta çiftçilikle uğraşan Musa Efendi, emrinde çalışan iki kişi ile birlikte bir yük arabası vasıtasıyla evlerine ot getirirken, yol güzergâhında çalışma yapan görevli iki Rus mühendis ile yolları kesişir. Musa Efendi’ye ait yük arabasının tekerleri, mühendislerin yeni yapmış olduğu kum yolda iz bıraktığı için, Rus mühendislerin tepkisini çeker. Çıkan tartışma ve arbede sırasında yere düşen Musa Efendi’nin başı bir taşa çarpar. Bunun sonucu ağır bir sarsıntı geçirir ancak durumun ciddiyetini hemen fark edemez. Evlerine doğru dönüş yolunda giderken dengesini kaybedip yanından geçtikleri nehre düşecek şekilde sendeler. Bu hadiseyi gören yeğeni ne olduğunu sorunca Musa Efendi başından geçen hadiseyi anlatıp kendisini iyi hissetmediğini ifade eder. Bunun üzerine yeğeni eline geçirdiği bir dirgen ile olay yerine giderek Rus mühendislerini orada öldürür. Olaydan kısa bir süre sonra Musa Efendi, başına aldığı darbe sonucu şehit düşer. Ruslar bu olayı incelemek için bir heyet görevlendirir. Olayın nasıl gerçekleştiğini anlayabilmek için Musa Efendi’nin kabri tekrar açılır. İncelemeler sonucunda Rus mühendislerin haksız olduğu sonucu ortaya çıkar. Rus inceleme heyeti, Musa Efendi’nin ailesine bu olaydan dolayı belli miktarda diyet parası vermek istediyseler de ailesi tarafından kabul edilmemiştir.
Mustafa Uzgur’un Ziraat ve hayvancılık ile uğraşan babası Hacı Ruşen Efendi, Kars-Kayalık köyünde insanlar arasında sözü dinlenen, toplum içinde hatırı sayılır bir zâttır. Ruşen Efendi, Kars’ın yerleşik, varlıklı ve dindar ailelerinden birinin kızı olan Şehriye Hanım ile evlenir. Şehriye Hanım, herkes tarafından hayır yapmayı seven, kıtlık zamanlarında ekmek yaparak fakir ve fukaraya dağıtan sâliha bir kadındır. Mustafa Uzgur, bu evlilikten doğan beşi erkek ikisi kız toplam yedi kardeşin en küçükleridir.
Yaş sırasına göre isimleri şu şekildedir; Hacı Murat Uzgur, Hacı Mecid Uzgur, Sündüz Uzgur, Hacı Ahmed Uzgur, Hacı Mehmet Uzgur, Sümbül Uzgur ve Hacı Hâfız Mustafa Uzgur.
Mustafa Efendi’nin babası, Şehriye hanımın vefâtından sonra 1970 senesinde, İstanbul Örnek Mahallesi Cami’nde imam-hatiplik görevine atanan Mustafa Efendi ile İstanbul’a yerleşme kararı alır. Diğer evlatları kendisinin İstanbul gibi büyük bir şehirde yaşayamayacağını ifade ederek Kars’ta kalması gerektiğini söylerler. Ruşen Efendi yapılan bu ısrarlara rağmen “Evladım! beni toprağım oraya çekiyor.” sözlerini sarf ederek oğlu Mustafa ile İstanbul’a gelir. 3 yıl sonra 1973 yılında Hacı Ruşen Efendi İstanbul’da vefât eder. Göztepe Merdivenköy mezarlığına defnedilir.
C. Çocukluğu, Gençliği, Öğrenim Hayatı ve Hocaları
Hâfız Mustafa Efendi’nin babası Ruşen Efendi, beş erkek iki kızdan oluşan ailesindeki tüm çocuklarını okutmak için çok gayret sarf etmiştir. Ancak köy yerinin verdiği hayat zorlukları nedeni ile beş erkek çocuğun dördü baba mesleği olan çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşmışlardır. Ruşen Efendi bunun üzerine en küçük çocuğu olan Mustafa Uzgur Efendi’nin ilim tahsili görmesini çok ister ve bu hususta çok dua eder.
Mustafa Efendi’nin ilk mürşîdi, ona İslâmî ahlakı aşılayan, Allah’a kulluk vazifesini her fırsatta hatırlatan, ibâdet ve taate son derece önem vererek manevî yönden yetişmesini sağlayan babası Ruşen Efendi olmuştur diyebiliriz. Daha çocuk denecek yaşta iken Hâfız Mustafa Efendi, ninesinin şu deyişleri ile büyümüştür:
Yatsıyı kıla yatasın. Cennette nura batasın, terk eyleme kıl namazı.
Akşam namazı tez geçer, kılanlara rahmet saçar, kılmayanlara azap saçar.
Bu süre zarfı içerisinde Trabzon’dan yola çıkarak köyleri gezen insanlara İslâmî ilimler öğreten gezgin âlim ve muhaddislerden bazıları Bendivan köyüne uğrar. Buradaki çocuklara ilim tahsili sağlayabilmek için köy yerinde küçük bir medrese kurulur. Eş-Şeyh Hâfız Mustafa Efendi bu medresedeki talebelerden birisi olmuştur. On iki yaşında başladığı hâfızlık eğitimini iki yıl içersinde bitirerek on dört yaşında tamamlamıştır. Medrese hocalarından olan Oflu Hacı Muhammed Sula ve oğlu Hacı Hüseyin Sula efendilerden Arapça, Hadis ve Fıkıh dersleri okumuştur. Her ne kadar okudukları dersler veya kitaplar hakkında elimizde net bir bilgi olmasa da, ders veren hocaların Trabzon bölgesinden gelmesi sebebi ile gördükleri İslâmi eğitimin Karadeniz usulü medrese eğitimi olduğu düşünülebilir. Bu sebeple medrese eğitiminde; Emsile, Binâ, Evâmil, İzhâr, İzzi, Kafiye, Kavaid vb. derslerin verilmesi kuvvetle muhtemeldir. Bu medrese sayesinde Eş-Şeyh Hâfız Mustafa Efendi’nin köyü olan Bendivan köyü, içerisinde yetiştirdiği âlim ve hâfızları sayesinde tanınan ve bilinen bir köy haline gelir.
Hâfızlık eğitimini tamamladıktan sonra medrese hocalarından 16-17 yaşlarına kadar ilim tahsilini devam ettirmiş olan Mustafa Efendi, çevresindeki yakın köylerde vekil olarak imam-hatiplik görevine başlamıştır. Bu durum, askerlik vazifesini yerine getirip dönünceye kadar devam etmiştir.
Mustafa Efendi’nin babası olan Ruşen Efendi, ömrünü İslam yolunda hizmete adamış zikir ehli bir insandı. Gününün büyük bir bölümünü omuzlarına aldığı örtünün içerisinde kelime-i tevhid zikriyle geçirirdi. Köy evlerinde hâfızlık ezberlerini yapabilmesi için her sabah namazı oğlunu uyandıran Ruşen Efendi daha sonra onun kahvaltısını hazırlatırdı. Ruşen Efendi, çocuklarına vermiş olduğu güzel ahlak sayesinde, Mustafa Efendi’nin hangi günler hafızlık dersini çalıştığını, hangi günler ise dersini yapamadığını anlayabilirdi. Günün ilerleyen saatlerinde oğlu Mustafa için hazırlattığı kahvaltı tabağına bakardı. Tabak eğer boş ise oğlunun hafızlık sayfasına çalıştığını anlar ve sevinir; kahvaltı tabağına el değmemiş ise dersini yapamadığını anlar ve üzülürdü.
Ruşen Efendi’nin Kur’an’a karşı hürmetini ve İslâmî ferasetini, Hafız Mustafa Efendi bizlere şu cümlelerle ifade eder; “Babamla şakalaşıyorduk. Babalık evlatlık bir tarafa arkadaş gibi babamı sımsıkı kucaklıyordum. Sakalını öpüyor, mesinin altını öpüyordum. Ayağının altını öpünce oğlum diyordu, ayağımı öpme sen hâfız-ı kelâmsın, ayağımı öpüp beni günahkâr etme.” diyordu.
Mustafa Efendi, askerliğini yapmadan önce imam-hatiplik görevini sürdürdüğü köylerden biri olan, Çakmak köyünden Gülgez Kadirhan hanımla 1958 senesinde evlenmiştir. Daha sonra 1958-60 yılları arasında iki sene süresince askerlik vazifesini yerine getirir. İlk Hanımı olan Gülgez hanımdan, Kâmil ve Fatma isminde iki çocuğu dünyaya gelir. Üçüncü çocuğunun doğumu sırasında rahatsızlık geçiren Gülgez Hanım doğumdan 3-4 saat sonra 1967 yılında vefât eder. Doğan üçüncü çocuk 7-8 ay kadar hayat da kalmasına rağmen vefât eder. Hâfız Mustafa Efendi’nin, Gülgez hanımdan dünyaya gelen oğlu Kâmil Uzgur, babasının icazet verdiği tek halîfe olarak halen tarîkat görevini sürdürmektedir.
Mustafa Efendi eşinin vefatından bir sene sonra Söğütlü Köyünden Ayşe Hanımla ikinci evliliğini gerçekleştirir. Bu evliliklerinden Hatice, Âdem, Abdullah, Salih Ruşen, Ali, Abdulkadir, Büşra, Veysel isimlerinde yedi erkek iki kız çocuğu dünyaya gelmiştir.
D. Meslekî Hayatı
Mustafa Efendi, 14 yaşında hâfızlık eğitimini tamamladıktan sonra medrese hocalarından İslâmî ilimler tahsilini devam ettirerek, askerlik görevini yapıp dönünceye kadar çevre köylerde vekil olarak imametlik görevine başlamıştır.
Askerlik görevinden sonra 1960 senesinde Kars Müftülüğü tarafından yapılan yeterlilik sınavlarına girmiş ve o zamana kadar sürdürdüğü vekîl imam-hatiplik görevine asâleten atanmıştır. Bu tarihten sonra Kars’ın pek çok camisinde imam, müezzin ve Kur’an Kursu öğreticiliği görevlerinde bulunarak birçok hâfız ve hoca yetiştirmiştir.
Mustafa Efendi’nin şeyhi Mustafa Hayri Öğüt, 1965 senesinde Ankara’dan İstanbul’a taşınır. Aralarındaki zâhiri mesafe daha da arttığından dolayı, oluşan hasrete Hâfız Mustafa Efendi daha fazla dayanamayarak, 1970 yılında İstanbul’a gelir ve şeyhini ziyaret eder. Kars’ta yapmakta olduğu imamlık görevini İstanbul’a aldırmak istediğini kendisine ifade eder. Şeyhinin uygun görmesi üzerine o zaman İstanbul’un Üsküdar semtine, şimdi ise Ataşehir ilçesine bağlı Örnek Mahallesi Camii’nde göreve başlar. Otuz yılı aşan imam-hatiplik görevi süresince kendi inancından ve bağlı olduğu tarîkattan taviz göstermediği için âmirlerinin birçoğu ile anlaşamayıp görev yaptığı dört camiden belirli aralıklarda tayini çıkmış ve son görev yaptığı camiden emekli olmuştur.
Mustafa Efendi’nin bir ara Kars’a tekrar tayini çıkar. Ancak Şeyhi Mustafa Hayri Öğüt’ün, “Hayır evladım! Sen bize burada, İstanbul’da lazımsın” sözü üzerine büyük bir çabayla naklini İstanbul’a geri aldırmaya çalışmıştır. Hayri Baba bu süreçte zâhiri ve mânevî olarak bi-zâtihi yoğun bir emek sarf eder.
Tayinini tekrar İstanbul’a aldıran Mustafa Efendi Sefaköy-Kartaltepe Camine İmam olarak atanır.
Mustafa Efendi’nin İstanbul’da görev yaptığı camiler şu şekildedir:
– Üsküdar Örnek Mahallesi Camii (1970-75)
– Bakırköy Dârusselam Camii (1975-77)
– Bakırköy Kartaltepe Camii (Sefâköy) (1977-80)
– Bakırköy Ali Osman Camii (1980-83)
– Üsküdar Beylerbeyi Küplüce Camii (1983-1990) (Bu camiden emekli olmuştur.)
E.Tarîkata İntisabı ve Mürîdlik Devresi
Mustafa Efendi, 1961 senesinde askerlik yaptığı sırada tanıştığı Şâmil ismindeki bir arkadaşı vasıtası ile eş-Şeyh es-Seyyid Hacı Mustafa Hayri Baba’dan haberi olur. Askerlik görevi bitirdikten sonra o zamanlar Hayri Baba’nın Kars’taki mürîdlerinden olan Hacı Nâzım efendinin vesilesi ile mektup aracılığıyla, Ankara’da ikamet eden Hayri Baba’dan tarîkata intisap dersi alır.
Tarîkat-ı Kâdirîyenin Hâlisiye koluna bu şekilde intisab eden Mustafa Efendi, dört yıl boyunca şeyhini hiç görmeden intisabını sürdürür. Bu süre zarfında şeyhiyle sadece mektupla iletişim kurabilmiştir. Daha sonra Ankara Etlik’te oturan şeyhini ziyaret edip görüşme fırsatı bulur. Bu görüşme esnasında Şeyhi Hayri Baba, kendisine, Kars’ta tarîkata intisap dersi verme ve halka-i zikir çektirme izni verir.
Mustafa Efendi, intasap ettiği yolda teslimiyetin nasıl olması gerektiğini ve şeyhine gösterdiği teslimiyeti Hayri Baba’nın sözleri ile eserinde açıklar. Kendisi tarîkatını altın bir zincire benzetir. Hayri Baba, kırk altı senedir bağlı olduğu bu zincire gerekli teslimiyet ve özen gösterilirse kişiyi Hakk’a götüreceği, vâsıl edeceğine inanmış ve imân etmiştir. Bundan dolayı bu yola sımsıkı sarılmak gerektiğinin önemini vurgular. Bu yoldaki silsile-i meşâyıha yapılan hizmet sonucunda himmetin şimşek gibi kendisini bulduğunu belirtir. Bu yoldaki hizmeti her şeyin üzerinde tutan Hayri Baba, iki şey arasında kaldığında her zaman tarîkatı nefsine tercih ettiğini ifade eder. Bugün böyle olduğu gibi yarın da bu şekilde olacağına inandığını ve ölünceye kadar bu teslimiyet ile yol alacağını beyân eder.
Hayri Baba 1965 senesinde Ankara’dan İstanbul’a taşındıktan sonra, Mustafa Efendi şeyhinden uzakta kaydığı yedi yılın sonunda 1970 yılında İstanbul’a gelerek şeyhini ziyaret eder ve kendisinin de İstanbul’a tayinini aldırmak istediğini belirterek bu konuda izin ister. Hayri Baba’nın kabul etmesi üzerine hemen işlemlere başlar ve aynı yıl İstanbul’un Üsküdar İlçesine bağlı Örnek Mahallesi Camiinde göreve başlar.
Abdülkerim Kuşeyrî, manevî sülûk yolunda mücâhede sahibi olmayanların bu yolun kokusunu bile alamayacaklarını bilirtir. Mustafa Efendi de müritlik hayatının her dönemini mücâhedeyle geçirmiştir. Mücâhede’nin en faziletlisi olan emr-i bil-maruf nehy-i ani’l-münker anlayışı içerisinde yaşayan Mustafa Efendi, Sefaköy’de imam olarak görev yaptığı 1980 öncesinde, anarşinin, terörün en yoğun zamanlarında kürsüden hakkı çekinmeden konuştuğu için öldürülmek istenir.
Abisinin köyden misafiri olarak evine geldiği bir zamanda, görev yaptığı camiye giderken, caminin yanındaki okulun çatısından kurşunlanan Mustafa Efendi’nin bu haberi şeyhi Hayri Baba’ya ulaşır. “Mustafa Efendi’yi öldürmek için kurşunlamışlar.” diyerek tepki gösteren Hayri Baba bu olaya çok üzülmüştür. Müridlerine karşı derin bir muhabbbet besleyen Hayri Baba’nın onlara gösterdiği değeri Mustafa Efendi eserinde; “Sadık bir mürîd, mürşîd-i kâmilin gözünde bir pırlantadır.” ifadeleri ile açıklar. Hâfız Mustafa Efendi, olaydan bir süre sonra cami cemaatinden birkaç kişi ile şeyhini ziyarete gider. Hasta olduğu için yatakta istirahat eden Hayri Baba, Mustafa Efendi’ye kendisine saldıranların bulunup bulunmadığını sorar. Herhangi bir gelişmenin olmadığını öğrendiğinde ise bir kâğıt kalem çıkartarak Mustafa Efendi’ye çeşitli esmalar yazdırır ve günlük bu virdleri çekmesi gerektiğini söyler. Bu olayı gören Mustafa efendinin yanında gelenlerden birisi olaya karşı çıkar. Bunun üzerine Hayri Baba kendisine karşı çıkan bu kişiye “Mustafa Efendi’ye kurşun atanlardan biri de sensin.” der. O arkadaş on gün içerisinde menejite yakalanır ve hastaneye düşer. Bu süreçte Mustafa Efendi’yi hastaneye çağırtarak O’na, “Hocam, Hayri Baba’nın şamarını yedim.” demiştir.
Mustafa Efendi için tarîkat yaşantısı İslâm davasından başka bir şey değildir. İnandığı ve teslim olduğu tarîkat hayatından başka hiçbir dünyevî amaç O’nun ilgisi ve amacı olmamıştır. Bu konu hakkında kendi sohbetlerinde şu şekilde bahseder:
Peygamberimiz (sav) ve ashabı, eza cefa görmüş, dövülmüş, kovulmuş, işkenceler görmüş, şehit edilmişler. Fakat yine de davalarından vazgeçmemişler. Bazı kardeşlerimiz bize soruyorlar: “Hocam siz hep vaazlarınızda dava, dava diyorsunuz. Bu dava nedir?” Onlar zannediyorlar ki, bizim davamız ortalıkta sürülen parti-pırtı davası! Bizim parti ile pırtı ile işimiz yok. Bu cemaati toplayan, bu cemaati birleştiren Cenâb-ı Hakk’a hamd-u senalar olsun. Bizim davamız İslâm davasıdır.
F.Hilâfet Görevini Alışı
Mustafa Efendi şeyhinin hizmetinde otuz sene boyunca Kâdirî Tarîkatının Hâlisiyye koluna intisap ederek bu yolun yayılması ve hizmetlerin devamı için pek çok vazifede görev almıştır. Gerçekleştirmiş olduğu hizmetlerin sonucunda Hayri Baba tarafından icâzet verilen halîfelerden bir tanesi olarak görevlendirilmiştir.
Hayri Baba, yazdığı vasiyetnâmede öncelikle kendisini seven evlât, muhîb ve mürîdanlarının itikat esaslarına tam manası ile sarılarak Allah’a, meleklere, peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kadere iman etmeleri gerektiğini vurgular. Ehl-i sünnet mezhebinden ve hakîki tarîkat ehlinden hiç kimseye kötü söz söylenmemesi gerektiğini nasihat ederek, Kâdirî tarîkatının bugüne mürşîdleri ile devam ettiğini, bugünden sonrada kendisinin bıraktığı halîfeleri vasıtaları itibari ile kıyamete kadar devam edeceği beyanında bulunur.
Hayri baba vasiyetinde yerine beş şube, on hâlife, üç yüz küsür nakîb bıraktığını ifade ederek, tâlibin O’nlardan hangisine tutunursa kendisine ulaşacağını, kendisine ulaşanların Hz. Pîr Geylâni’ye ve oradan Resûl-i Ekrem’e (sav) ulaşacaklarını ifade eder. Nakîblerin hepsinin isminin vasiyette verilmesi mümkün olmadığını belirttikten sonra yerine bırakarak irşâd vazifesini yüklediği on kişinin isimlerini “hakiki ve esas halîfe tayin ettiklerimin isimlerini açıklıyorum” ifadesiyle kendi yazdığı vasiyet mektubunda açıkça ifade eder. Bu listenin beşinci sırasında Mustafa Özgür Rehber Karsî ismi yer alır. Hayri baba son olarak halîfelerine ve nakîblerine hürmetin kendisine hürmet sayılacağını belirtir. Bu kişilerin esas vazifesi, evliyaûllahı ve onların İslâmî tevhid mücadelesini halka tanıtmaktır.
G.Yerine Bıraktığı Halîfesi
Abdülkâdir Geylânî, Bağdat’a ilk geldiği günlerde Ebü’l-Vefâ’nın, “Herkesin horozu vaktinde öter biter. Senin horozun kıyamete kadar ötecek.” müjdesine muhatap olmuştur. Geylânî’den zuhur eden Kâdirîyye’nin tesis ve yayılış tarihi kendi dönemine kadar gitmektedir.
Mustafa Efendi, şeyhi Mustafa Hayri Baba tarafından kendisine verilen irşad görevini vefâtına kadar her türlü zorluk ve meşakkate göğüs gererek yerine getirmiştir. Hizmet ettiği Kâdirî yolunun kıyamete kadar devam edeceği müjdesinin bilincinde olarak, sağlığındayken devraldığı emaneti kendinden sonra devam ettirmesi için teslim edeceği kişiyi arama gayreti ve düşüncesiyle zahiren ve manen arayış içine girer. Sohbet etmek için çıktığı kürsüsünden ve ihvanlarına hitap ederken pek çok defa; “Ya Rabbi! İslam’ın gerçek sahibini gönder.” “Ya Rabbi! Yolumuzu, Tarîkatımızı Kıyamete kadar devam ettir. Bizleri de ömür verdiğin süre boyunca bu yolun hizmetkârları olarak kabul eyle.” niyazlarında bulunması bunun açık bir örneğidir.
Mustafa Efendi çoğu kez Anadolu’da ihvanları ile yaptığı sohbetlerinde, çocukları ile yaptığı görüşmelerde ve Kars’ta yaşayan abisi Mehmet Uzgur ve ablası Sünbül Uzgur ile yaptığı istişarelerde; Tarîkat-ı Kâdirîyye’yi kendisinden sonra devam ettirecek halife olarak oğlu Kâmil Uzgur’u yerine bırakacağını pek çok defa ifade etmiştir.
Vefâtından 4 sene önce 2011 yılının Kasım Ayında çocuklarının ve ailesinin olduğu bir aile toplantısında oğluna hitaben “Abdullah Efendi tam zamanıdır şu dosyamı alda gel!” diyerek içerisinde görev kâğıdı olan çantasını getirtir ve hem kendi sağlığında hem de vefatından sonra oğlu Kâmil Uzgur’u Tarîkatı Kâdirîyye-i Halissiyye’den vekîl tayin ettiğini beyân ve ilân eder.
Mustafa Efendi bu beyanının ardından kendisini iyi hissetiği zamanlar dergâhının kürsüsünde sohbetlere devam etmiş ve zikir halkalarını yönetmiştir. Bunun haricindeki zamanlarda ise üç yıl boyunca oğlu Kâmil Uzgur hocaefendi sohbet kürsüsüne çıkmış, zikir halkalarını yönetmiştir. Bu süre zarfında Hâfız Mustafa Efendi bu sohbet ve zikir meclislerine bizzat iştirak etmiştir.
Mustafa Efendi 2014 yılında rahatsızlığının devam etmesi neticesinde 2 aya yakın hastanede tedavi görür. Bu tedavi neticesinde tekrar ev istirahatına çıkar. Bu dönemde kendisine verilen mesuliyetin ağır ve zor olduğunun farkında olan Kâmil Uzgur Hocaefendi, babasının yanına giderek kendisine tevdî edilen bu görevin çok ağır olduğundan bahsetmek ister. Yaşanan bu hadiseyi kendisi şu sözlerle ifade eder;
Babamın yanına gittim! Odasına girdiğimde kendisi yatağında uyur vaziyetteydi. Yanına giderek karşısına oturdum. Birkaç dakika sonra kendisi gözlerini açtı ve dedi ki: “Gel! Allah’ın ve Rasulullah’ın huzurunda ve bütün evliyâullahın ve Pîr-i Meşayıh’ın huzurunda bu görev sana verildi oğlum. Verildi. Verildi… Dua edelim de Allah lâyık etsin.” dedi. Bunun üzerine ben de sadece şunu diyebildim: “Babam! Sen de şahit ol! Allah da şahit olsun ki, bu can bu bedende iken, bu nefes bu vücutta iken, son nefesime kadar senin bu emanetine canım pahasına sahip çıkacağım.”
H. Seyahatleri
Eş-şeyh Hâfız Mustafa hocaefendi tarîkatına hizmet ettiği otuz yıldan fazla süre içerisinde İstanbul başta olmak üzere, Çanakkale, Kars, Erzurum, Uşak, İzmir, Bursa, Adana, Kütahya gibi Türkiye’nin hemen hemen her şehrinde; Almanya’nın Berlin şehri başta olmak üzere birçok kentinde, Amerika’da, Avusturya’da, ve Rusya’da Tarîkat-ı Kâdirîyyenin dergâhlarını açmış ve yetiştirmiş olduğu kişiler vasıtası ile bu bölgelerde halka-i zikir meclisleri oluşturarak bu yolun kıyamete kadar devam edebilmesi için elinden gelen bütün gayreti göstermiştir.
I. Vefâtı
Mustafa Efendi, geçirdiği bazı rahatsızlıklarından dolayı 24 Ekim 2014 tarihinde bir Cuma günü, İstanbul Esenyurt’taki evinde Hakk’a yürümüştür. Cenazesi oğlu Kâmil Uzgur Efendi ve tüm ailesi tarafından evinden çıkarılmıştır. Cenaze namazı öncesinde oğlu Kamil Uzgur Hocaefendi, babasının başucunda şu konuşmayı yapar:
“Bu tür insanların sayısı az. Hem kâmil, hem mürşid. Babam, ümmete yol gösteren, “sünnet budur sakın uzaklaşmayın” diyen sayısı çok az olan insanlardan birisiydi. Ben, babam seni anlatalım dedikçe “Oğlum gerek yok, Allah’ın bilmesi yetmez mi? Allah bilsin yeter!” dedi. “Hiç ben demedi. Biz de demiyordu, siz diyordu”
Cenaze namazı Yeşil Cami’nde on binlerce insan tarafından kılınmıştır. Yeşil Camii’nin yanında bulunan kabir yerinde defnedilmesi istenmesine rağmen, vefatından önce babası Ruşen Efendi’nin kabrine gömülmeyi vasiyet etmiştir. Bu vasiyeti üzere cenazesi Göztepe Merdivenköy Mezarlığı’na defnedilerek Hâfız Mustafa Efendi ailesi ve onbinlerce kendisini seven mürîdi eşliğinde son yolculuğuna uğurlandı.
K.Vasiyeti
Hâfız Mustafa Efendi, İstanbul Esenyurt’ta aldığı arsayı camii için vakfederek bu arsaya 1988 yılında Yeşil Camii’yi yaptırmış ve bu cami, hem Tarîkat-ı Âliyye-i Kâdirîyye’nin merkezi hem Kur’an kursu hem de vakfi hizmetler için kullanılmıştır. Vefâtından sonra 2014 yılında yenilenip geliştirilerek Hâfız Mustafa Uzgur Külliyesi olarak kullanılmaya devam edilmektedir.
Hayatı boyunca yapmış olduğu maddî ve manevî hizmetlerine yeşil camii ile birlikte Müslümanlar arasında yardımlaşmayı, dayanışmayı ve eğitim faaliyetlerini artırmak için 1993 yılında ÖZGÜR YARDIMLAŞMA DOSTLUK VE EĞİTİM VAKFI’nı kurmuştur. Özgür Vakfı arkasında bıraktığı mürîdanları için manevî bir miras olarak kalmıştır.
Kâdirî Tarîkatına hizmet ettiği zaman boyunca Anadolu’yu karış karış gezmiş olan Mustafa Efendi, Türkiye’nin pek çok yerinde gerek cami kürsülerinden gerekse dergâh ve evlerde Anadolu halkına vaaz vermiştir. Kendisi “Bazı yerlerde, camide vaaza çıkıyorum, cemaatin çoğu bizi tanıyor. Kürsüden cami cemaatinin tamamına ders verdiğimiz oluyor. Bir kişi dahi itiraz etmiyor. Bütün bunlar bizi mutlu ediyor.” sözleri ile halkın İslam’a ve zikrullah’a ne kadar ihtiyacı olduğunu dile getirir.
Mustafa Efendi Kâdirî yolu adlı eserini, mürîdleri için her şeyi özetler mahiyette şu yedi vasiyette bulunarak sonlandırır:
Değerli kardeşlerim;
Sizlere tavsiyelerim şunlardır;
- Mensubu olduğunuz Tarîkat-ı Kâdirîye’nin kıymetini bilip maddî manevî bu yola hizmette kusur etmeyin.
- Yaptığınız hizmetleri sadece ve sadece Allah‘ın (c.c) rızasını kazanmak için yapın.
- Bu kapının sadık birer neferi olmaya çalışın.
- Tarîkat ve şeyhinizle ilgili nefsin ve şeytanın içinize düşürdüğü şüphelerden Allah’a (c.c) sığının ve içine düştüğünüz hangi hal olursa olsun şeyhinizi mutlak manada haberdar edin.
- Bu yolun uzun hem de çok uzun olduğunu unutmayın ve bu yolda sebatla, sabırla, teslimiyetle çalışın.
- Diğer tarîkatlarda ki kardeşlerinizle hiçbir zaman çekişme içerisinde bulunmayın. Onlara tevazu ve sevgi ile yaklaşın.
- Son olarak da sizlere diyorum ki; Allah'ın şeriatına, Resûlü’nün sünnetine ve Ehli sünnet ve’l-cemaat yoluna muhalif haller ve davranışlar içinde olmayın. Zira bu yollara muhalefette bulunursanız hiçbir yere varamadığınız gibi, maddî ve manevî birçok zararlar görürsünüz. Allah (c.c) hepinizden razı olsun.
Mustafa Efendi cemaatine daima birlik içinde olmaları gerektiğini, Kur’an-ı Kerim’den ve sünnet-i Rasül’den ayrılmamak gerektiğini, verilen günlük virdlerin aksatılmadan yapılmasını ve emaneti olan cemaatine sahip çıkılmasını söyleyerek, kendinden sonra halîfesi olarak oğlu Hacı Kâmil Uzgur Efendiyi bıraktığını vasiyet etmiştir.
Eseri daha detaylı bir şekilde incelemek için tıklayınız.
Daha FazlaEseri daha detaylı bir şekilde incelemek için tıklayınız.
Daha FazlaMENSUP OLDUĞU TARÎKATIN TARİHİ SEYRİ
A.KÂDİRÎYYE TARÎKATI
Mustafa Efendi, tarîkatın ne anlama geldiğini gerçek manada idrâk edebilmenin, ilk önce şeriatın bilinmesiyle gerçekleşeceği görüşündedir. Allah’ın nizâmını tam olarak benimsemiş, içine sindirmiş bir insan, kendi bünyesinde tarîkatın eksikliğinin farkına varır. Çünkü Allah’ın kanunlarını kabul eden her insanda, bütün bunları kendi hayatında yaşayıp, yaşatma duygusu hâsıl olur. Böylece tarîkat Allah’ın şerîatini, takvâ üzere yaşama biçimidir.
Tasavvuf olarak adlandırılan İslâmî yaşam sistemini, şeriattan farklı bir yapı olarak ya da ona dışarıdan eklenen farklı bir parça olarak görmek meseleyi temelden sarsan bir yanlıştır. Mustafa Efendi, hayatı boyunca insanların zihnindeki bu bariz yanlışlığı düzeltmek için uğraşan son dönem mutasavvıflarından bir tanesidir.
Tasavvuf literatüründe; Asr-ı saadetle başlayan, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn devrine kadar ki ilk iki asrı içine alan, tasavvuf kavramının ortaya çıkışına kadar oluşan dönem, Zühd Dönemi olarak adlandırılır. Sûfî ve Tasavvuf kavramlarının kullanılmaya ve ilk sûfî adlarının duyulmaya başlandığı hicrî II. asrın sonundan, târikatların zuhûr ettiği devre kadar olan üç, üç-buçuk asırlık dönem, Tasavvuf dönemi ve son olarak Tasavvuf müesseselerinin en güçlüsü olan tarîkatların ortaya çıkarak sosyal hayatın bir parçası haline geldiği hicri VI. asırdan başlayarak günümüze kadar devam eden döneme Tarîkat dönemi olarak ifade edilir. Aslında bu ayrım tasavvuf tarihini daha net görebilmek için yapılan çeşitli bölümlerdir.
Görüldüğü gibi yukarıda bahsedilen tarzda bir ayırım tasavvufu dönemsel olarak belirli kısımlara ayırmak, bu kısımlar arasında ortaya çıkan yeni kavramlar ve usullerin ayrımını yapabilmek için yapılmıştır. Tarîkat yolunun amaçları ve hedefleri göz önüne alındığında ise Peygamber Efendimiz’in (sav) ashabına aşıladığı İslâmî bilinç, ferâset, amaç ve ulaşılması gereken nihai sonuç ile Tasavvuf sistemi içerisindeki gaye aynıdır.
İslam Ansiklopedisi’nin Tarîkat maddesinde verilen bilgilere göre; XIX. asırda yaşayan Harîrîzâde’nin Tibyânu vesâili’l-hakâik adıyla anılan tarîkatlar ansiklopedisi niteliğindeki eseri, Zebîdî’nin Ikdü’l-Cevheri, Hüseyin Vassaf’ın Sefîne-i Evliyâ eserleri incelendiğinde, tarih içerisinde yaklaşık 400 civarında tarîkatın ortaya çıktığı söylenebilir. Ancak genellikle on ikili tasnif yaygındır. İslâm dünyasında en yaygın on iki tarîkatı, kurucuları ile birlikte kısaca şu şekilde sıralanabilir.
Kâdirîyye: Abdülkâdir-i Geylâni (562/1166)
Nakşîbendiyye: Bahaüddîn Nakşîbend (791/1389)
Rıfâiyye: Ahmed-i Rıfâi (578/1182)
Halvetiyye: Ömer b. Ekmelüddîn Halvetî el-Lahcî (ö. 750/1349)
Şâzeliyye: Ebû’l Hasan el-Mağribî eş-Şâzelî (656/1258)
Celvetiyye: Aziz Mahmûd Hüdâyî (ö. 1038/1628)
Mevleviyye: Mevlâna Celâleddin-i Rûmî (672/1273)
Yeseviyye: Ahmed-i Yesevi (562/1166)
Çeştiyye: Mûinüddin Hasan el-Çeştî (ö. 633/1236)
Bedeviyye: Ahmed el- Bedevî (675/1276)
Sühreverdiyye: Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî (ö. 632/1236)
Desûkiyye: İbrahim Burhâneddin ed-Desûkî (ö. 693/1295)
Bazı kaynaklarda yapılan on ikili tasnife ek olarak şu tarîkatlarda zikredilmektedir;
Ekberiyye: Muhyiddin İbnü’l-Arabî (638/1240)
Bektâşiyye: Hacı Bektâş-ı Velî (ö. 669/1270)
Sa’diyye: Sa’düddin b. Musa el-Cibavî (700/1300)
Kübreviyye: Necmüddîn-i Kübrâ (618/1221)
Bayramiyye: Hacı Bayrâm-ı Velî (ö. 833/1430)
Medyeniyye: Ebû Medyen Şuayb b. Hüseyn el-Mağribî (590/1194)
İnsanları İslâm yaşantısına ve nebevî ahlaka ulaştırmak için büyük bir gayret ve çaba sarf eden kişilerden bir tanesi de, milâdi on ikinci asırda yaşayan büyük mutasavvıf Abdulkâdir Geylanî’dir. Tam adı; Muhyiddîn Ebû Muhammed Abdulkâdir bin Ebî Sâlih Mûsâ ez-Zâhid el- Geylânî el-Hânbelî’dir.
Hicri VI. (miladî XII.) asırda teşekkül eden İslâm tarîkatlarının ilklerinden bir tanesi olan Kâdirî tarîkatına Muhyiddîn Abdulkâdir-i Geylânî vücûd vermiştir. Pîr Geylânî 470’te (1078), bugün İran’ın kuzeybatı tarafında kalan Geylân/Gîlân bölgesinin Neyf kasabasının Büştîr köyünde doğdu. Soyu baba tarafından Hz. Hasan’a, anne tarafından Hz. Hüseyin’e dayanmaktadır. Yani soy bakımından hem Şerîf hem de Seyyîd’dir. Kâdirî tarîkat silsileleri incelendiğinde, soy kütüğünün Hz. Ali’ye iki şekilde ulaştığı görülmektedir. Abdülkâdir Geylânî’den başlayıp Ma’rûf-i Kerhî’ye kadar her iki silsiledeki isimler müşterektir. Ma’rûf-i Kerhî’den Efendimize (sav) doğru İmam Ali er-Rızâ ve diğer ehl-i beyt imamlarıyla Hz. Ali’ye ulaşan silsileye “silsile-i zeheb” ismi verilir. Silsilenin Dâvûd et-Tâî, Habib el-Acemi, Hasan-ı Basrî yoluyla Hz. Ali’ye ulaşanına ise “silsile-i müzehheb” denir. İnsanın nesebi, soy bakımından üstünlüğü yani son Nebî, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sav) soyundan gelmesi tabiî ki büyük bir güzelliktir.
Ancak Şeyh Zerrûk’un dedigi gibi “Nesebte aslolan dindir.” Yani insanlar soy ve sülaleleri ile değil, dini yaşayışlarıyla, ahlak ve faziletleri ile değerlendirilmelidir. Abdülkâdir Geylânî’nin, “Allah ve Nebîsi katında sahih nesepliler ehl-i takvadır.” sözü bu hususta dikkate değerdir. Bizim kanaatimiz erdemlilikte nesebin ilk sırayı teşkil edemeyeceği, Hz. Peygamber’in getirdiği dine yapılan hizmetin İslamî ölçüler içerisinde her şeyin önünde geleceğidir.
Nakşî yolunun pîri Şâh-ı Nakşibend’e (791/1388), “Hazretinizin silsilesi nereye kadar ulaşıyor?” diye sorulduğunda, şu mânâlı cevabı vermiştir: “Silsile ile kimse bir yere ulaşamaz!” Tâhirü’l-Mevlevî (1371/1951), bu cevabın nüktesini, “Herkes Allah için yaptığı amele baksın, mensub olduğu silsileye veya sahip olduğu mevkiye takılmasın” şeklinde açıklamıştır.
Burada Hz. Peygamber’in (sav), kızı Fâtıma’ya, “Ey Fâtıma! Kendini ateşten kurtaracak amellere sarıl. Bil ki ben, Allah’tan gelen bir şeyi senden gideremem” buyurarak peygamber kızı olmasına güvenmemesi gerektiğini bildirip, sâlih amellere teşviki ve herkesi ilgilendiren, “Ameli kendisini geri bırakanı, nesebi ileri geçiremez” ikâzı önemlidir.
Şah-ı Geylânî soyu ve nesebi ile övünenlerin kendi dergâhına girmek istedikleri zaman bu hasletleri unutup öyle gelmeleri gerektiğini söyler. Çünkü ona göre hakîki neseb takvâ nesebidir. Buna delil olarak Peygamber Efendimizin (sav); “Ey Allah’ın Resûlü! Senin ailen kimdir?” sorusuna karşılık, “Allah’tan hakkı ile çekinen kişi (muttakiler) benim aile efrâdımdandır.” hadisini gösterir. Geylâni’ye göre, takva nesebi tam olmayan kişinin soy bakımından üstün derecede bulunması Allah (cc) katında değerli değildir. Çünkü ayette, “Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır..” buyrulmaktadır.
Abdülkâdir-i Geylanî soy bakımından asîl bir aileden geldiği gibi, ahlak ve huy bakımından da değerli bir çevrede yetişir. “Cengi-dost” lakaplı babası Ebû Sâlih Mûsâ’yı çocuk denecek yaşta kaybeder. Bu yüzden ilk terbiyesini, annesi Emetü’l-Cebbâr Fâtıma ile anne tarafından dedesi Seyyid Ebû Abdullah Savmâi’den alır.
Geylânî, ilim tahsili ve seyr ü sülûk arzusuyla 488’de (1095) on sekiz yaşındayken Bağdat’a gitmiştir. Selçuklu Devleti’nin en önemli medresesi olan Nizamiye Medresesi'nde Şafiî fıkhını tahsil eden Geylânî; hadis, fıkıh, edebiyat gibi pek çok ilimde mâhir duruma gelmiştir.
Abülkâdir Geylâni’nin yaşadığı dönemde toplum genelinde kabul gören amelî mezhep Şafii’likti. Bu sebeple halkın içerisindeki Hanbelî mezhebinin müntesipleri zaman zaman çeşitli hakaret ve eziyetlere mâruz bırakılıyordu. Dönemin kürsülerinde söz sahibi olan Geylânî, bu haksızlığın önüne geçebilmek için, bir sohbetinde hayatının büyük bir kısmında bağlı olduğu Şafî mezhebinin yerine Hanbelî meşreb ile hareket edeceğini açıklar. Dönemin tasavvuf düşüncelerine karşı eleştirel bakışa sahip olan ibn Teymiye bile O’nun bu değişimini takdîr ederek, Geylânî’nin, Cüneyd-i Bağdâdî ve Harîs Muhâsibî gibi şer’i hükümleri hassasiyet ile uygulayan bir kişi olduğunu ifade eder. O’nun mezhebinde uyguladığı bu değişiklik farklı amelî davranışlarda bulunma isteğinden değil, döneminde adaletsiz olarak düşündüğü fikire karşı gerçekleştirilen bir tutumdur.
Mustafa Efendi de; Gavsü’l Â’zam Abdülkâdir Geylâni’nin çocukluk döneminden vefatına kadar geçen sürede şeriata yani İslâm hükümlerine bağlı, Peygamber Efendimizin (sav) sünnetine tam manası ile uygun bir hayat sürdüğünü ifade eder. Geylânî, döneminde fikri birliktelik sağlayamayan fıkıh ve tasavvuf âlimlerini birbiri ile uzlaştırmış, bu iki ilmin birbirini tamamladığını ve gerçek tasavvufun fıkıh ilmine hizmet ettiğini beyan etmiştir. Bu sebeple Abdülkâdir Geylânî, kendisine intisab etmek isteyen herkese şeriatın fıkhi hükümlerini öğrenmeleri gerektiğini emretmiş ve tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenlerin, İslâm’ı iyi bilmeleri sayesinde gerçekleşeceğini öğütlemiştir.
Mustafa Efendi, Geylânî’nin günümüze kadar ulaşan eserlerini incelediğinde genellikle eserlerin muhteviyatı içerisinde büyük bir kısmın fıkhî bilgilerden oluştuğunu, son kısımlarında ise tasavvuf ilminden ve erkânından bahsettiğini ifade eder. Bu hareket tarzıyla da insanlara adeta şöyle bir mesaj verir: “İnsan ilk önce dinini öğrenecek, tam bir Müslüman olma gayesi taşıyacak, daha sonra tasavvufa yönelecek.”
İslâmî ilimler üzerine eğitimini tamamladıktan sonra hayatının belli bir kısmını riyâzat ve mücâhede yoluyla şekillendiren Abdulkâdir Geylânî hazretleri, yaşamının bir döneminde şehir merkezlerinin dışına çıkmış, terk edilmiş virâne yapılarda kalmayı tercih etmiş ve sadece yerde biten bitkilerden beslenmeyi tercih ederek hayatını sürdürmüştür. Bağdat ve Kerh harabelerinde tam 25 yıl mücâhede de bulunmuştur. “Ancak bu tasavvufi anlamda bir faaliyet değildir. Onun bu hareketi şehrin ve insanların sıkıntılarından bir uzaklaşma Rabbi ve kendisi ile baş başa kalma arzusu idi.” Abdülkâdir Geylâni’nin seyr ü sülûkünde iki isim ön plana çıkmaktadır. Geylâni’nin ilk intisabı Hammad ed-Debbâs’a ve daha sonra Ebû Saîd el-Muharrimî’ye olmuştur. Geylânî’nin Bağdat’a gelişinin ve ilk şeyhi Hammad’la tasavvuf ilmini almasının arasında yaklaşık 25 senelik bir dönem vardır. Bu bilgiye dayanarak Geylâni’nin tasavvufî bir hayata girmesi ise muhtemelen Hammâd ile tanışmasından öncedir. Ancak bu arada ilim tahsilini temel itibariyle tamamlamıştır. Zahirî ilimleri tahsilinden sonra ruhî eğitime yani tasavvufa yönelir. Artık kendisini, ruhî olgunluğa ve kalp temizliğine ulaştıracak ma’rifet ilmini öğretecek hocalarını aramaya başlar. Nihâyet zamanın önde gelen sûfîlerinden Hammâd ile tanışır. Tarîkat ilmini O’ndan öğrenir. Bu sebeple de Hammâd çoğu kaynakta Abdülkâdir Geylânî’nin sohbet şeyhi olarak tanıtılır. Hammâd’ın yanında tarîkat ilmi ile meşgul olan Abdulkâdir Geylânî daha sonra Ebû Saîd el Muharrimî’den hırka giyerek onun tarîkat şeceresini devam ettirir.
Tasavvuf literatüründe ve tekke geleneğinde Abdülkâdir-i Geylânî, kutup, kutbü’l aktâb, bâzü’l-eşheb (akdoğan), bâzullah, gavs ve adeta ismi gibi zikredilen dine yeniden hayat veren, canlandıran anlamına gelen “muhyiddîn” lakablarıyla anılmıştır.
Kâdirîyye’nin geniş bir coğrafyaya yayılmasında en büyük rol kendi soyundan gelenlere evlatlarına aittir. 4 evlilik yapan Geylânî, yirmi yedisi erkek, yirmi ikisi kız olmak üzere kırk dokuz çocuk sahibidir. Kâdirîyye, dünya genelinde en yaygın tarîkatlardan bir tanesi olmasında, ailesinin çok geniş bir nüfûsa sahip olmasına ve evlatlarının kendi manevî mirasına ve ilmine sahip çıkarak O’nun yolunu devam ettirmelerine borçludur. Geniş bir aileye sahip olmasından dolayı, oğulları aracılığı ile Kâdirîyye tarîkatı; başta Bağdat şehri olmak üzere Şam, Halep, Mısır, Filistin, Kudüs, Hindistan, Orta Asya, Balkanlar, Doğu Anadolu, İç Anadolu gibi dünyanın hemen hemen her bölgelerine yayılır.
Abdulkâdir Geylânî uzun ve mücâhede ile geçen hayatının son günlerinde geçirdiği rahatsızlık sebebi ile hicri 561 (v.1166) senesi Rebiu’l-Âhir’in 8. Cumartesi gecesi yatsı namazından sonra vefât etmiştir. Abdulkadir Geylânî'nin doğum tarihi, yaşı ve vefât tarihi ile ilgili bilgiler yazılan şu beyitin içine gizlenmiştir:
“Sûfîler sultanî Bâzullâh ,
Aşk’ta geldi, Kemâl de vefât etti.”
Buradaki a-ş-k (a= 70 - ş=300 - k=100) harflerin Ebced hesabı ile toplamı Abdulkadir Geylânî’nin doğum tarihi olan 470 e tekabül eder. Ke-m-â-l (k=20 - m=40 - â=1 - l=30) harflerinin toplamada yaşı olan 91e denk gelir. Bu ikisinin toplamı ise vefât tarihi olan 561 eder ki, bu da Geylâni’nin vefat tarihi ve Kemâl-i Aşk demektir.
Tarih içerisinde ortaya çıkan Kâdirîyye tarîkatının kolları incelendiğinde kırk altı adet oluşumun ortaya çıktığı görülür. Bunlardan en belirginleri; Hikemîyye, İsevîyye, Gaysîyye, Bekkâiyye, Müştâkiyye; Anadolu’da ise Kâdirîyye’nin Eşrefiyye kolu, Rûmiyye kolu, Resmîyye kolu, Müştâkıyye kolu, Enverîyye kolu ve Hâlisiyye kolu sayılabilir.
Kâdirîye Tarîkatı’nı Anadolu’ya XV. yüzyılda, Kâdirîyye’nin ikinci pîri olarak nitelendirilen Eşrefoğlu Rûmî getirmiştir. Hacı Bayrâm-ı Velî’ye intisablı iken Hama şehrine gelerek Abdülkâdir-i Geylânî’nin neslinden Hüseyin el-Hamevî’ye mürîd olan ve ondan hilâfet alan Eşrefzâde, Kâdirîyye Tarîkatı’nın Eşrefîyye kolunun pîri olmuştur ancak kurmuş olduğu tarîkat geniş bir coğrafyaya yayılamamış İznik-Bursa çevresinde kısıtlı kalmıştır. Ancak Kâdirîyye tarîkatı XVII. yüzyılda, tarîkatın Rûmîyye kolunun pîr-i İsmail Rûmî’nin çalışmaları neticesinde başta İstanbul olmak üzere, Anadolu ve Balkanlar’da yaygınlık kazanmıştır.
Şah-ı Geylânî’nin tarîkatının intişarında en etkin faaliyeti oğullarından Şeyh Abdürrezzâk göstermiştir. Onun dergâhlarından çıkan dört adet kol İstanbul’a kadar gelmiş ve burada yayılmıştır. Bunlardan Şeyh Seyyid Osman el-Cîlî kolu; Şeyh Ziyâüddîn Abdurrahman Hâlis et-Talebânî el-Kerkûkî’nin halîfeleri sayesinde İstanbul’a yayılmıştır. Daha sonraki devirlerde Hâlisiyye şubesi müstakil bir kol olarak intişâr eder.
Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerinde XIII. yüzyıldan itibaren yaygın olarak faaliyet gösteren Kâdirîyye tarîkatı, Geylânî’nin soyundan gelen Berzencî ve Sâdât-ı Nehrî gibi Suriyeli ve Kuzey Iraklı şeyh aileleri tarafından temsil edilmiştir. “Aynı bölgeden olup tarîkatın Hâlisiyye kolunu kuran Ziyaeddîn Abdurrahman Hâlis et-Talebâni’nin (v.1858) Sivas’a gönderdiği halîfesi Mur-i Ali Baba (Mor Ali Baba) ve diğer halîfeleri vasıtasıyla Hâlisiyye Anadolu da yayılmıştır.”
Eserleri:
Abdulkadir Geylânî'nin telif ettiği bazı eserleri şu şekilde sıralamak mümkündür;
a)el-Gunye li-tâlibî tarîki’l-Hak
b)el-Fethü’r-rabbânî ve’l-feyzu’r-rahmânî
c)Cilâü’l-hâtır min kelâmi’ş-Şeyh Abdülkâdir fi’z-zâhiri ve’l-bâtın
d)Fütûhu’l-gayb
e) Mektûbât
f) Sırrü’l-esrâr ve mazharü’l-envar
e)Tenbîhü’l-gabî fî rü’yeti’n-Nebî
g)el-Muhtasar fî ilmi’d-dîn
h) es-Sirâcü’l-vehhâc fî leyleti’l-mi’râc
ı) Usûdü’d-dîn
j) Usûlü’s-seb’a
k) Risâle fi’t-tevhid
l) Akîde
Bunların dışında; el-Esmâü’l-hüsnâ, Kitâb-ı Hamse-i Geylânî, Dîvân, el-Kasîdetü’l-ayniyye vb. eserleri vardır. Ayrıca hakkında yazılan menkıbelerin yer aldığı Behcetü’l-esrâr, Dürerü’l-cevâhir nûru’l-ebsâr ve diğer terceme-i hâl kitaplarında da onun çeşitli mev’ızaları mevcuttur.
Tarikatın Usul ve Âdâbı
Ahmed Ziyâeddin Gümüşhanevî, Kâdirî Tarîkatının beş temel esası olduğunu ifade eder. Bu esasların başında her türlü haramdan uzak durmak yer alır. Çünkü haramdan sakınmaya çalışan kişiyi Allah (cc) belâlardan korur. Çevresine yardımı yüce tutması gerekir. Bir tâlibin çevresine himmeti ne kadar fazla ise derecesi o kadar yüksek olur. Hizmeti güzel olan kişiyi Allah (cc) kerâmet ehl-i yapar. Nimete karşı her daim saygılı olan kişi yapması gereken şükrü edâ etmiştir. Son olarak Allah’ın ruhsat olarak verdiği hususları terk etmesi ve Azîmet ile amel etmesi lazımdır. Çünkü Gümüşhanevî hazretlerine göre, ruhsatı bırakıp, azimet ile amel eden kişi doğru yol üzerindedir.
Abdülkâdir Geylânî, muhasebe ve mücâhede ehli olan büyüklerin tecrübe ettikleri yolları şöylece sıralar:
1- Kul azîz ve celîl olan Allah adına yemin etmemelidir.
2-İster şaka, ister ciddi olsun yalanın her türlüsünden sakınmak gerekir.
3-Vaadinden dönmemelidir.
4-Mahlûkattan herhangi bir şeye lanetten sakınmalı, Allah Teala’nın yarattığı hiçbir kimseye beddua etmemelidir.
5-Aynı kıbleye yönelip namaz kılan mü’minlerden hiç kimse için küfür, şirk ve nifak hükmüne varmamalıdır.
6-Zâhiren ve bâtınen Allah’ın rızasının haricindeki şeyleri istemeyi ve bu işler üzerinde durmayı bırakmalıdır.
7- Yaratılmışlardan herhangi birine yük olmaktan sakınmalıdır.
8-İnsanlardan herhangi bir şey ummamalıdır.
9- Mütevâzi olmalıdır.
Bunların yanında İmam Şaranî’nin Tabakâtü’l-Vüsta adlı eserinde Şah-ı Abdulkadir Geylânî hazretlerinin hakkında yazılan bilgiler doğrultusunda Kâdirî yolunun şu düstûrlar üzerine binâ edildiğini söyleyebiliriz; Geylânî, sözün ve yapılan amelin birbirini tutması konusuna son derece önem verir. Geçen zamanın ve alınan her nefesin belli bir uğraşı ve amaca harcanması gerektiğini ifade ederek boş geçen en kısa ana dahî bu yolda izin verilmez. Yolda ilerlemek isteyen tâlibin ihlâs ile teslîm olması şarttır. Son olarak yapılan tüm işler Kur’an ve sünnet rehberliğinde olmalı, bunların dışında hareket edilmemelidir.
Abdülkâdir Geylânî, oğlu Abdurrezzâk’a yaptığı bir vasiyetinde Kâdirî tarîkatının temel esaslarını şöyle özetlemiştir:
Sana Allah’tan korkmayı, O’na ibâdet etmeyi, şeriatına bağlanmayı, Allah’ın hudûdunu muhâfaza etmeyi tavsiye ederim. Çünkü bizim yolumuz, kitap ve sünnete, gönlün selâmetine, elin cömertliğine, hayrı yaymaya, cefa defetmeye, eziyete katlanmaya ve ihvânın hatalarını görmemeye dayanmaktadır. Ey Oğul! Allah, bize ve sana Müslümanlara yardım etmeyi nasib etsin. Âmin!
B. KÂDİRÎ TARÎKATI HÂLİSİYYE KOLU
Tâlebânî şeyhlerinin lideri ve Hâlisiyye kolununda pîr-i olarak kabul edilen Abdurrahman Hâlis, 1797 yılında Kuzey Irak’ın Kerkük şehrinde doğmuştur. Kendi aşîretinin ismine nispeten Tâlebânî, doğduğu ve yaşamını geçirdiği şehir sebebiyle de Kerkûkî nisbelerine sahiptir. Tâlebân kelimesi, Arapça; طالبان Sorani Kürtçesiyle; تاله بان şeklinde yazılmaktadır. Abdurrahman Halîs Tâlebânî aynı zamanda Irak’ta son derece tanınmış ve köklü ailelerinden olan Şeyh Mahmud Zengene’nin (v.1800) torunu ve Şeyh Ahmed’in (v.1841) oğludur.
Tâlebân, Süleymaniye bölgesinin güney batısında, Kerkük ile Süleymaniye bölgeleri arasındaki Çemçemal adlı kazânın içindeki bir köydür. Tâlebân aşiretinin dedeleri aslen bu köyde yaşadıkları için kendilerine bu nisbe verilmiştir. Sonraki dönemlerde bu ifade aşîretin ismi haline gelmiştir. Son dönem aşîretlerinden birisi olan ve günümüzde varlığını sürdüren bu ailenin soyundan pek çok tarîkat şeyhi gelmektedir. Aşiretin etkileri, Kuzey Irak’ta Kerkük, Tawk, Karahasan Kefre, Vekil, Hanekin bölgelerinde ve İran yakınındaki Köysancak etrafında yayılmıştır. Bu bölgede inşa ettikleri cami, aynı zamanda bir tekke ve medrese faaliyeti göstererek bölge halkı için ilim ve irşad merkezi haline gelmiştir. Kerkûkî hazretleri bu faaliyetlerinin yanı sıra çeşitli eserlerde telif etmiştir.
“Kâdirîyye tarîkatının Hâlisiyye kolunun kurucusu olan Şeyh Ziyâüddin Abdurrahman Hâlis Talebânî, bu tarîkatın en büyük şeyhlerindendir.”Her gün sabah ve akşam vakitlerinde tekkesinin sofrasında karınlarını doyuran fakirler olduğu gibi bunlardan pek çoğu Müslüman olmayan insanlardı.
Tarîkat terbiyesini babası Şeyh Ahmed-i Tâlebânî’den görmüştür. Kâdirî seyrü sülûkünü kelime-i tevhit ile ism-i celâle inhisar ettirerek bir kısaltma yapan ve bu sûretle tarîkatta içtihat ederek yol içinde Hâlisiyye kolunu açmıştır. Her sene Bağdat’ı ziyaret âdeti olan şeyh Tâlebâni’nin Geylânî Âsitânesi’nde kudüm, def gibi mûsiki aletleriyle devran âyini yaptırdığı rivayet edilmektedir. Burada en büyük Kâdirî hankahında devran zikirlerine başkanlık ederek ve bu zikir meclislerinde kudüm ve def aletlerini zikre ilave etmesi üzerine oradaki mutaassıp eşraf, Asitanenin şeyhi Ali Efendi’ye; “Şeyh Abdurrahman Talebânî’nin Hz. Pîr’in makâmında kudüm çaldırmasına niçin izin veriyorsunuz? Büyük dedenizin azîz rûhunun rahatsız olmasından korkmuyor musunuz?” diyerek bu durumu şikâyet ederler. Geylâni’nin torunu aynı zamanda şeyh olan Nakîbü’l-eşraf Seyyid Ali Efendi şu veciz cevabı verir: “Ben sultan ile veziri arasına giremem.”
Tarîkatın Hâlisiyye kolu, başta oğulları Şeyh Ali ve Abdulkadir-i Talebanî vasıtasıyla Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu'da, Şeyh Talebanî’nin Sivas’a gönderdiği halîfesi Mur-i Ali Baba ile (Mor Ali Baba) Sivas ve civarında yayılmıştır. Bir diğer halîfesi Abdülkâdir Sıddîk Efendi Urfa’da tarîkatın neşri ile vazifelendirilmiştir. Şeyh Ali Talebanî’nin halîfesi ve Abdulkadir Efendi’nin damadı Saffet Efendi ile Hâlisiyye kolu İstanbul’a gelmiştir. Saffet Efendi, Oğlanlar Tekkesi meşihatında bulunmuştur.
Günümüzde Kerkük’te Tâlebânî’nin kurmuş olduğu tekke halen faaliyette olup bu külliyede torunlarından Yusuf Tâlebânî şeyhlik vazifesini yerine getirmektedir. Bu bakımdan dergâh Türkmenlerin, Arap ve Kürt halkın muhabbet duyduğu bir merkez konumundadır. Bölgedeki Yahudi ve Hıristiyan nüfûs dahi tekkenin bölgede birleştirici bir rol üstlendiğinin farkındadır. Tekkenin günümüzdeki görevlisi Yusuf Tâlebânî, tekkesinin misyonunu: “Zikir halkaları kurmak, halka nasihatte bulunup irşad etmek ve misafirlere yemek vermek” olarak belirtmiştir. Şeyh Yusuf, tekkenin benimsediği tasavvuf anlayışı hakkında ise “Mesajımız hoşgörü, hedefimiz ise itidalli olmaktır. Zira mutedil sûfî böyle olmalıdır.” şeklinde ifade eder.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi belgelerinde ifade edildiği üzere, Osmanlı Devleti tarafından Abdurrahman Hâlisî Tâlebânî’nin kurduğu cami ve tekkesine çeşitli olanaklar sağlanmıştır. Belgede geçen ibare şu şekildedir: “Kerkûkî Abdurrahman Efendi'nin bina ve inşa eylediği cami-i şerif ile tekke ve medresesinin varidatı masarifine mukabil olamadığından halîfesi Hasan Efendi'nin isâf-ı inhasına müsaade edilmesi…” [Kerkük’lü Abdurrahman Efendi’nin kurmuş olduğu cami, tekke ve medresesinin işletilmesinde masrafları karşılamaya yeterli mal varlığı bulunmadığından halîfesi Hasan Efendi’nin talebinin yerine getirilmesine müsaade edilmiştir.] Bu da ailenin dönemin yönetimi ile olan iyi ilişkilerini göstermektedir. Sultan Abdülmecid döneminde yapılan bu desteklerden ötürü, günümüzde tekkenin faaliyetleri halen devam etmekte ve buradaki külliyeye, “Mecidiyye Camisi” denmektedir. Yaklaşık 200 yıl önce başlatılan zikir geleneği halen devam etmekte ve her perşembe akşamı tasavvuf sevenlerin tekkede bir araya gelerek ibadet edilip zikir töreni icra edilmektedir. Irak'taki tüm siyasi ve kültürel değişimlere rağmen bu tekke özünü kaybetmemiştir.
Şâirane bir mizaca sahip olan Hâlisiyye pîri, şiirlerinde Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’nin üslubunu tercih etmiş olup kendisi Farsça ve Türkçe şiirleri içeren bir Divân sahibidir. Eserlerindeki şiirleri Arapça, Farsça, Türkçe, ve Goranice (Kürtçenin bir lehçesi) olmak üzere dört dilde yazabilen Abdurrahman Hâlis Tâlebânî’nin en ünlü eseri Divan’ıdır. Şeyh Abdurrahman’ın Dîvân’ı pek çok basılmış nüshası bulunmaktadır. Bilinen en eski nüshâ, Kitabü’l-meârif fî şerh-i Mesnevî-i şerîf eseriyle birlikte, 1868 yılında İstanbul Rıza Efendi Basmahanesi’nde basılmıştır. Nüshanın ilk 25 sayfası arası Mesnevî’nin ilk 18 beyitinin şerhi; 25 ile 65 sayfaları arası Enfâs-ı Rahmânî Keşkûl-i Tâlebânî başlığı altında Arapça, Türkçe ve Farsça şiirlerinden oluşan Dîvân’ı bulunmaktadır. Talebanî’nin diğer bir eseri ise Şeyh Abdülkâdir Geylânî’nin menkîbelerini içeren Behcetü’l-Esrâr Tercümesi’dir. Eserin orjinali, arapça olarak Şeyh Nur Ali Bahş tarafından yazılmıştır. Şeyh Abdurrahman ise eseri Türkçeye çevirmiştir. 186 sayfadan ibaret olan eser 1885 yılında Kerküklü Muhammed Said Efendi tarafından İstanbul’da Mahmud Bey Matbaası’nda bastırılmıştır.
Abdurrahman Hâlis Tâlebânî hazretlerinin telif ettiği Kitâbü’l-meârif fî şerh-i Mesnevî-i şerîf isimli eser, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin (v.1273) eseri olan Mesnevî’nin ilk on sekiz beytinin Farsça yazılmış şerhi niteliğindedir. Dervişlerin isteği üzerine bu eseri kaleme alan Kerkûkî, beyitleri ikişer ikişer ele alarak şerh etmiştir. Kâdirî tarîkatının Hâlisiyye kolunun kurucusu olmasından ve manzum olarak olarak yazılmasından dolayı diğer Mesnevî şarihlerinden ayrılır. Hâlis Tâlebânî için Mesnevî-i Şerîf, Kur’an’ın muhtevasını içerdiği için bir çeşit Kur’an tefsiridir. Bu görüşünü, “Mevlânâ’nın Mesnevî-i Manevîsi, Pehlevî (Farsça) dilde Kur’an’dır.” ifadeleri ile açıkça belirtir. Şiirlerinde “Hâlis” mahlasını kullanan Şeyh Abdurrahman, eserinin önsözünde kendisini, “Abdurrahman el-Hâlis, el-müfevvidbillâh, b. eş-Şeyh Ahmed b. eş-Şeyh Mahmud, el-Kadirî et-Tâlebânî el-Kerkûkî” olarak tanıtır.
1859’da irtihal ettiği Kerkük’te Tekkeönü mahallesindeki dergâhının hazîresine defnedilmiştir. Abdurrahman Hâlis, şerh-i Mesnevî eserinde hayatını kısaca özetlerken, “Elest bezminden dünyaya gelip, dünyadaki hayatından ahiret hayatına kadar olan süreçte, derviş taifesinin muhabbet ateşini gönlünde barındıran” bir kişi olarak kendisi tanıtır.
C.MÜRŞÎDİ; MUSTAFA HAYRİ ÖĞÜT MALATYAVÎ
Seyyid Mustafa Hayri Baba, Evlad-ı Rasûl olan yani Peygamberimiz’in (sav) nesebinden gelen Koca Vaiz oğullarının soyundan gelmektedir. Koca Vaiz, Eskişehir’in Seyitgazi ilçesinde türbesi bulunan Battal Gazi’nin torunudur. Devrinin önde gelen müderris ve alimlerinden biri olan Koca Vaiz, IV. Murat döneminde yaşamıştır. Asıl adı Sunullah Efendi olan Koca Vaiz keşfi, kerameti açık olan bir Allah dostudur. Tarihte önemli bir yeri olan Bağdat seferi sırasında, IV. Murat ile tanışması ve o sırada gösterdiği kerametler onun keşf ve kerametlerinden sadece birisidir.
Rivayet edildiğine göre, Bağdat seferine çıkan IV. Murat, Fırat nehri yakınlarında bir boğulma tehlikesi atlatır. Bilindiği üzere Fırat Nehri, Karasu ve Murat nehirlerinin birleşmesi ile oluşan sert akıntısı olan bir nehirdir. Fırat nehrinin Elazığ’ın kuzeyinde kalan bölümü bugün padişahın adını taşır. Ordusu ile nehirden karşıya geçmek zorunda kalan Sultan Murad Han, Fırat’a hitâben “Sen Fırat ben Murâd” der ve atını Fırat’ın hırçın sularına sürer. Ne var ki coşkun akan Fırat kısa bir süre sonra IV. Murat’ı atı ile birlikte alarak götürür. Bu sırada bir zât elini uzatarak Sultan Murat’ı atı ile birlikte sudan çıkartır. Kendini kurtaran bu kişiyi bulmak isteyen Sultan Murat Malatya’ya döndüğünde valilerine emir vererek bütün âlim, ârif ve Allah dostları ile görüşmek istediğini dile getirir. Malatya’nın bütün ileri gelen ulemaları geldiği halde kendisini Fırat’ın sularından kurtaran zâtı bir türlü göremez. Davetine herkesin icabet edip etmediğini sorduğunda kendisine Koca Vâiz denen bir zatın olduğunu, lâkin şu anda buraya gelmediğini belirtirler. Neticede fermanı ile Koca Vâiz Sunullah Efendi huzura getirilir. IV. Murat sorar: “A Efendi neden çağırdığımız halde gelmezsin?” Bunun üzerine Koca Vâiz, Sultan Murat’a birazda sitemle karışık, “Sultanım herkesten önce sen Fırat’ın suları ile boğuşurken biz gelmedik mi?” der. Bunun üzerine IV. Murat saygıda kusur ettiğini anlar, bu büyük zâttan özür diler ve gönlünü alır.
Koca Vaiz’in soyundan gelen Mustafa Hayri Öğüt, hicri 1313 (1895) yılında Malatya’da dünyaya gelmiştir. Babasının adı da Hayri’dir. Osmanlı yüzbaşısı olan babası, Hayri Baba’nın doğumundan 33 gün sonra görevini sürdürdüğü Malatya’nın Akçadağ ilçesinde şehit olmuştur. Annesinin adı Zahide hanımdır. 4 yaşında da annesini kaybetmiştir. Hayri Baba, annesinin ölümünden sonra ilköğrenimini Malatya’da bitirinceye kadar ninesi Zeyneb Hanım’ın yanında kalmıştır. Mustafa Hayri’nin çocukluk günleri, Adana’da postahane müdürü olan amcasının yanında geçmiştir.
Ninesinin ve eniştesi Hâfız Nazif Efendinin himayesinde büyüyen Hayri Baba, ilköğretimini Malatya’da bitirdi. Daha sonra eniştesi Hâfız Nazif Efendi kendisini İstanbul’a getirir ve burada Fransız Koleji’nde eğitimine devam eder. Rüşdiye’yi böylelikle bitirdikten sonra Harbiye’ye devam eder; fakat subay olmasına az bir süre kala I. Cihan harbi ortaya çıkar. Bu savaş sırasında aktif görevlerde bulunan Hayri Öğüt’e harita memurluğu görevi verilir.
Fransız Koleji’nde okuduğu dönemde İstanbul’da bulunan Gümüşhanevî tekkesine gelen Hayri Baba, Bolu’lu şeyh İsmail Zafiran’dan Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşiyye’nin Hâlidiyye kolundan ders alır ve bu olay zahiren tarîkat yoluna girmesinin ilk adımı olmuştur.
Harbiye Nezareti’nde görevli olduğu zamanlarda, I. Dünya Savaşı’nın ilk senesinde devlete ait birtakım evrakları, Medine-i Münevvere ye ulaştırılması görevi kendisine verilir. Rasulullah’ı (sav) ziyaret edebilme ve kutsal toprakları görebilme arzusuyla son derece tehlikeli olan bu görevi gönüllü olarak talip olur. Görevi sırasında iki defa ölüm tehlikesi atlattığı ve bir Arap kabilesinin eline esir olarak düştüğü bilinmektedir. Tüm zorluklara rağmen Medine-i Münevvere’ye ulaşan Mustafa Hayri Efendi, burada Rasûlullah’ı (sav) ziyaret etmiştir. Yaşadığı mânevî duyguları ancak şu sözleri ile dile getirebilmiştir: “Güneşin ziyâsı O’nun yanında çok sönük kalırdı.”
Osmanlı idaresi yıkılıp yerine Cumhuriyet yönetimi geçmesinden sonra Hayri Baba’nın görev yaptığı Harbiye Nezareti kaldırılır. Bunun üzerine Malatya’ya dönerek halasının kızı Ümmühan Hanım ile ilk evliliğini gerçekleştiren Hayri Öğüt’ün bu evlilikten Bahâeddin isimli bir oğlu dünyaya gelir. Ümmühan hanımdan iki çocuğu olmuştur ancak ikinci çocuğunun hamileliği esnasında eşi Ümmühan Hanım geçirdiği bir rahatsızlıktan dolayı vefât eder.
Bu dönemde Malatya’ya Kâdirî tarîkatı meşayihlerinden Hacı Muhammed Kürkî’nin geldiğini duyan Hayri Baba, kendisini ziyaret eder. Sohbet ve zikrullah meclisinde bulunduktan sonra Hacı Muhammed Baba, Hayri Öğüt’ün kendisine intisab ederek mürîd olmasını ister. O’da daha önceden Gümüşhanevî Tekkesi’nden şeyh İsmail Zafiran’dan Nakşî dersi aldığını beyân ederek Kâdirî dersini kabul edemeyeceğini belirtir. Bunu duyan Hacı Muhammed Baba kendisinden o gece dergâhında misafir olarak kalmasını ister. Ertesi gün sabah namazı kılındıktan sonra ders verme teklifini tazeleyen Hacı Muhammed Baba şu sözleri ilave eder: “Evladım bizde on iki tarîkatın hilâfeti toplanmıştır. Sana istediğin tarîkattan hak ders verebiliriz. Bu ister Kâdirî ister Rufâi ister Halvetî ister Celvetî olsun.” Her ne kadar Nakşî tarîkatının müntesibi olsada içinde Abdülkâdir Geylânî hazretlerine karşı gönül muhabbeti besleyen Hayri Baba, Hacı Muhammed Baba’ya: “Efendim; madem bana ders vermek istiyorsunuz ben Geylânî Hazretlerini çok seviyorum. Bana Kâdirî dersi verin.” diyebilir. Bunun üzerine Hacı Muhammed Baba şu ifadeyi kullanır: “Evladım; biz bu şehre sadece senin için geldik.”
Böylelikle Hayri Baba, Hacı Muhammed Baba’dan ders alarak Kâdirî Tarîkatının Hâlisiye koluna intisab etmiş olur. Bunun üzerine Hacı Muhammed Baba, Hayri Baba’ya ithafen ailesinin mensub olduğu Koca Vaiz sülalesinin Peygamberimizin soyundan geldiği keşfini açıklamış, bugüne kadar bu soydan 70 evliyanın geçtiğini, eğer çalışırsa kendisinin 71. evliyâ olabileceği müjdesini vermiştir. Bu beyânlardan sonra Hayri Baba o gece Hz. Fatıma’yı rüyasında görür. Fatıma validemiz Hz. Ali’nin yanında Hayri babanın gözlerinin Âl-i Resûle benzediğini söyler ve gözlerinden birisi ile Hayri Efendi’nin gözlerinden birisini çıkartarak değiştirdiğini ifade eder. Bu rüya üzerine uyanan Hayri Baba üzerinde birkaç damla kan lekesi görür ve Şeyhi Muhammed Baba’nın ifadelerinin doğruluğuna kanaat getirir.
Hayri Efendi, mürşîdi ile beraber Diyarbakır’a 3 kilometre uzakta, daha önce İsa Aleyhisselam’ın havarileri ile kaldığı bir mağarada inzivaya çekilir. Bu İnziva dönemi Şeyh Sait ayaklanmasının olduğu zamana denk gelir. Ayaklanma dönemini burada atlatan Hayri Efendi bu süre zarfında hem mürşîdine hizmet eder hem de yakınlaşıp feyzinden istifade eder. Hacı Muhammed Baba bu hizmetlerinden ötürü: “Oğlum, bana hizmetin çok oldu. Cenab-ı Hak bir elini şarka, bir elini de garpa ulaştırsın.” şeklinde dua etmiştir. Ardından da kendisine şeyhi Hacı Ömer Hüdâi baba tarafından verilmiş olan 33’lük iri taneli tesbihi emanet eder.
Mustafa Efendi, ailesi ile gerçekleştirdiği pekçok sohbetinde genellikle mürşîdi olan Hayri Öğüt hakkında özlemle bahsederdi. O’nun hallerinden bahsederken gözleri dolar ve “Heyy koca Sultan” diyerek şeyhine karşı duyduğu özlemi anlatırdı. “Evladım! O zaman kimsenin durumu yok, arabası yok. Şeyhim Hayri Baba hazretleri ile zikrullaha ve sohbetlere gelip giderken ona bir taksi bile tutamazdık. Şimdi hayatta olsaydı ve bugünün imkânları ile ona hizmet edebilseydim” diye hayıflanırdı. Mürşidinin halifelerinden birisi olmasına rağmen, “O’na layık bir mürîd olabilmiş miyim?” endişesi ve telaşını içinde hissederdi.
Mustafa Efendi, şeyhi Mustafa Hayri Baba’nın aile hayatında da çok şefkatli olduğunu ve aile bireyleri arasında hürmet ve saygıyı her daim sağladığını “Efendim Hayri Baba hazretlerinin iki oğlu okula gidiyordu. Okula gittikleri zaman annelerinin de babalarının da ellerini öper öyle evden çıkarlardı. Aynısını okuldan döndüklerinde de yapar, ellerini öperlerdi. Onlar da çocuklarına dua ederlerdi.” sözleri ile bizzat müşahede edenlerden birisi olduğunu dile getirir.
Hayri Baba, Elazığ’ın Kuheng köyüne dönen Hacı Muhammed Baba’yı sık sık ziyarete devam etiğini ve yine böyle bir ziyaretinde şeyhiyle arasında gerçekleşen bir hadiseyi şöyle anlatır:
Elazığ’a şeyhimi görmeye gitmiştim. Huzura çıktığımda başımda hasırdan bir fötr şapka vardı. Başımdaki bu şapkayı gören Hacı Muhammed Baba şapkayı başımdan alıp yere vurduktan sonra “Evladım sırra mı çekildin” dedi. Daha sonra tebessümle bana hitaben; “Evladım Hayri ben seni tanıdığımda sen daha annenin karnında bile değildin.” deyince ben hayretle sordum. “Bu nasıl oldu Efendim?” Anlatmaya başladı. Bir gün şeyhim Hacı Ömer Hüdayi Baha’yı ziyarete gitmiştim. Atlarla bir yere gitmemiz gerekti. Efendimi atına bindirip kendim de atıma binmek için yönelince atı üzerinde birisini gördüm ve çok şaşırdım. Efendim bana tebessüm ederek sordu, “Evladım bunu tanıdın mı?” diye sordu. “Hayır, Efendim bu kimdir” dedim. Bana; “Bu senden sonra senin görevini yürütecek olan Koca Vaiz oğullarından Es-Seyyid Mustafa Hayri’dir,” dedi. İşte Hayri Baba Hazretleri böylelikle keşfi ve kerametleri açık bu altın zincire bir yeni halka oldu.
Hayri Baba, şeyhinin vefat hadisesine şöyle şahit olur. Şeyhini ziyaret için Elazığ’a gittiği seyahatlerinden birinde şeyhi ile birçok meseleleri konuşur. Bu konuşma sırasında Hacı Muhammed Baba, ölümün herkes için hak olduğunu, bir gün kendisinin de bu şerbetten tadacağını bahseder. Muhabbetin güzelliğinden o an için verilmek istenen mesajı anlamayan Hayri Baba Malatya’ya geri döner. Memuriyet yaptığı dairede işlerine baktığı bir günde zahiren kulağına bir ses gelir. “Evladım Hayri acele gel.” İşlerini hemen bırakarak bir vasıta ile tekrar Elazığ’a gider. Şeyhinin huzuruna çıktığında Hacı Muhammed Baba ağır hasta bir şekilde yatağında dinlenmektedir. Hayri Öğüt’ü tekrar gören Hacı Muhammed Baba’nın oğlu Mevlüt Efendi hayretle O’na, “Hayri kardeş, nereden haber aldın da böyle acele geldin?” deyince yaşanan olayı ona anlatır ve Mevlüt Efendi ağlayarak der ki:
Babamı daha tanıyamamışım ona ağlıyorum. İki saat önce yattığı yerden bana seslenerek, “Oğlum Mevlüt beni kapıya çıkar” dedi. Ben de kendisine, “Baba ağır hastasın; kapıda ne işin var?” dedim. Bana, “Hayri’yi çağıracağım” deyince ben yine itiraz ederek, “Baba, Hayri nerde Sen nerde! Nasıl çağıracaksın?” dedim. Bu sefer bana kızgın bir sesle, “Beni kapıya çıkar gerisine de karışma” dedi. Kapıya çıkardığımda yönünü Malatya’ya çevirerek yüksek bir sesle ‘Evladım Hayri acele gel!’ diye seslendi. Saat tuttum ve iki saat sonra sen buraya geldin. O yüzden ağlıyorum. Babamı tanıyamamışım ona ağlıyorum.”
Şeyhinin yanına giren Mustafa Hayri Efendi’ye Hacı Muhammed Baba, şu vasiyyet bulunur:
“Evladım, Ümmet-i Muhammed için canını feda et. Kelime-i Tevhidin yayılması için bütün çabanı sarf et. Bu manevî görevi sana bırakıyorum. İcazetin ve emanetlerin vasiyetimde yazılıdır. Ben göçtükten sonra onlara sahip çıkarsın. Kabrimi hemen yaptırıp beni defnedersin. Senden sonra pek bir zorluk olmayacak ama yine de bazı zorluklar göreceksin. O uğraşanları imtihan kabul et ve sabret. Sonra çekil belli bir zaman gizli çalış.”
Malatya’ya döndükten kısa bir süre sonra şeyhinin vefat haberini alan Hayri Efendi hemen Elazığ’a gider. Şeyhinin vasiyetini yerine getirerek defneder. Kendisine bırakılmış olan icazetnameyi, bir adet tesbihi, bir adet tâcı ve Üzeyir (as) dan kalma el işlemesi bir adet seccadeyi teslim alır.”
Böylece Şeyhi Hacı Muhammed Efendi’den sonra Hayri Baba irşad görevine başlar. Şeyhi Hacı Muhammed Baba’nın işaret ettiği gibi irşad görevi ile birlikte birçok zorluk ve meşakkatler yaşar. O zorlukların birisi de Menemen hadiselerinin patlak verdiği dönemde yaşayan Hayri Baba’nın tutuklanıp sakalının zorla kesilmesidir. Hayri Baba, irşad vazifesini şeyhinden aldıktan sonra döneminin her türlü zorluklarına ve yasaklarına rağmen Tarîkat-ı Kâdirîye’nin Hâlisiyye kolunu bütün yurda yaymayı çalışmıştır.
İlk hanımı olan Ümmühan Hanımın vefâtından sonra, Hayri Baba hazretleri ikinci evliliğini Bedriye Hanımla gerçekleştirmiş ve bu evliliğinden 7 çocuğu dünyaya gelmiştir. “Hayri Baba Hazretleri ikinci hanımı olan Bedriye Hanımı da kaybettikten sonra üçüncü kez evlenmiş olup hanımı Şaziye Hanım’dır ve bu hanımından da üç çocuğu olmuştur.”
Şaziye Hanımla olan evliliği döneminde Erzincan’ın Kemâliye ilçesine tayini çıkmış ve belli bir dönem memuriyetine burada devam etmiştir. Daha sonra Ankara’ya taşınmış bir dönem de orada irşad görevini sürdürdükten sonra kendisinin tabiri ile manen İstanbul’a görevlendirilmiştir. Bu konuyu şu sözleri ile ifade eder:
“Evladım İstanbul’da beş yüz evliya var. Fakat yine de irşada az geliyor. Bu yüzden bizi de manen İstanbul’a istiyorlar.”
1965 senesinde İstanbul’a taşınarak Suâdiye semtinde ikâmet etmiştir.
Hayri Baba’nın, Mustafa Efendi’ye karşı olan muhabbeti çok farklıdır. Kendisi Mustafa Efendi’nin geleceği haberini aldığında yahut sesini duyduğunda çok heyecanlandığını beyan eder. Birgün şeyhinin evine ziyarete giden Mustafa Efendi, eve girdiğinde Hayri babanın eşi Şaziye Hanıma selam verir. Şaziye Hanım kendisine; “Mustafa Evladım! Sessiz ol. Hayri Bey abdestte. Sesini duyunca heyecanlanıyor.” İfadelerini kullanmıştır. Abdestten gelen Hayri Baba ise; “Hâfız evladım. Abdest alırken sesini duydum. Heyecanlandım hangi âzamı yıkıyordum, kaç kere yıkadım bilemedim. Yeniden abdest aldım.” diyerek Mustafa Efendi’ye olan muhabbetini dile getirir.
Mustafa Hayri Öğüt Efendi, ilerleyen yaşına ve hastalığına rağmen Anadoluyu karış karış dolaşarak son nefesine kadar yüce Allah’ın dinine hizmet etmiştir. “Menemen hadiselerinden ömrünün sonuna kadar devlet tarafından gözetim altında tutulan Hayri Baba Hazretleri Milâdi 1979 yılının Eylül ayının 17’sinde, pazartesi günü saat 11:30’da bu fani dünyadan dâr-ı bekâya irtihal etmiş ve hakkın rahmetine kavuşmuştur. (Hicri 1400/1979)”
Mustafa Efendi eserinde der ki: “Sultanım Hayri Baba hazretleri Rabbisine şu niyazda bulunarak ruhunu teslim etmiştir: ‘Allahummeğfirli verhamni, birrefıki'l-a'la.’ [Allah’ım beni bağışla, bana merhamet et Beni Refîk-i Âla’ya eriştir.] Sana geliyorum Ya Rabbi.”
II.TASAVVUFİ ŞAHSİYETİ (KİŞİLİĞİ)
Yüce Allah, insanı toprak ve sudan yaratarak, kendi ruhundan üflediğini beyan etmiştir. Böylece insanı, varlıkların en şereflisi olarak dünyaya halîfe tayin etmiştir.
İbnü’l Arabî’nin ifadesine göre insan; seyr ilallah, seyr fillâh, seyr maallah ve seyr anillâh merhaleleri ile kesretten vahdete doğru bir yolculuk yaparak yeryüzünün halîfesi olan insan-ı kâmil mertebesine ulaşır. Kâmil insan kendisinin niçin yaratıldığının idrâkinde olup hayatını buna göre tanzim eder. Bu mertebenin en güzel örnekleri peygamberlerdir ki peygamberlerin de en üstünü Hz. Muhammed (sav)’dir. Şu ayetler onun bu vasfını anlamaya yeterlidir:
“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”
“Şüphesiz sen büyük bir ahlak üzeresin (Seni bu ahlak üzere yarattık).”
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah’ta sizi sevsin.”
Hz. Aişe’nin Rasulullah’ın ahlakı için; “O’nun ahlakı Kur’an’dı.” şeklindeki ifadeleri, kâmil manada iman sahibi olabilmek için gerekli olan en önemli düstûrun güzel ahlak olduğunu açık bir şekilde bizlere anlatır. Güzel ahlâka ulaşmak ise hiç şüphesiz Kur’an-ı Kerîm vasıtası ile gerçekleşir.
Mustafa Efendi, “Sizin en hayırlınız Kur’an-ı Kerim’i öğrenen ve öğreteninizdir” hadis-i şerifini hayatına düstûr edinmiş, O’nu öğrenerek, öğreterek ve en önemlisi hayatına tatbik ederek insanlara en güzel şekilde anlatmaya çalışan bir sûfîdir. Çocuk yaşlarından itibaren Kur’an-ı Kerim düstûru ile bir hayat sürmüş, Kur’an-ı tanımış ve tanıtmıştır. Bu da O’nun Kur’an’ın ahlakı ile ahlaklanmasına, Kur’an manevîyatıyla olgunlaşmasına vesile olmuştur.
Bütün Müslümanların Kur’an’a gereğince önem vermesi gerektiğini söyler. İnsanın zâhiri bedenindeki kalp uzvunun önemi neyse, manevî yönden kalbi ve merkezini ruh oluşturur. Ruh ise ancak Kur’an zikri ile mutmain olur. Hâfız Mustafa için Kur’an’sız ideal bir hayat ve toplum olamaz.
Her Allah dostunun bir güzel hali ön plana çıkar, onunla anılır ve onunla anlatılır. Mustafa Efendi hazretlerini anlatan en güzel huy ise tevâzusudur. Hilm ile oturan ve ilim ile konuşan, hoş görü ile bakan, kimsede hata ve kusur görmeyen bir kişiliğe sahiptir. Duyduğu hoş olmayan her sözü duymamazlıktan gelir, daima yapıcı, müşfik bir yapıya sahiptir. Güler yüzlü, hoş sohbetli ve herkesin hatırını soran, herkes tarafından itibar gören bir gönül sultanıdır.
Mustafa Efendi hazretleri, kendilerine has incelikleri ve prensipleri olan bir kişidir. Kimseyi incitmeyen, son derece nezaketli, kibar ve naif bir kişiliği olan muhterem bir zâttır. Aile efrâdına son derece değer verir, bir konuda istişare yapmak istediğinde evlatlarının hepsini dinler, o işe en uygun olanda karar kılardı. Aile bireyleri veya mürîdanları hakkında hoş olmadığını düşündüğü, değişmesini istediği bir hal ve sözü; bir hadisi şerifle, bir kıssa ile veya yaşanmış bir misal ile anlatırdı. Asla hataları yüze vuran bir yapıda değildi.
Mustafa Efendi, insanları hiçbir zaman görüntüsüyle, yaşantısıyla, diliyle, ırkıyla, diniyle ayırt etmemiş; Üstünlüğün takvada olduğu bilinciyle insanlara yaklaşmıştır. O’nu ilk defa görenler sade yaşantısını, inceliğini, şık giyimini, insanlara olan inceliğini açık bir şekilde anlayabilirdi.
Kendisi, insanların dertleri ile dertlenir ve kendi sıkıntılarından önce insanların yaşadıkları sıkıntılarla hemhal olurdu. İnsanların gönülleri fethedilmedikçe ve gönüller kazanılmadıkça neslin ilerleyemeyeceğini söyler herkesin onu anlayabileceği açık bir üslup kullanırdı. Mustafa Efendi, hiçbir zaman “ben” ifadesini kullanmamış, her zaman sizler diyerek gönülleri fetheden tevazuu ve samimiyet dolu bir dili tercih etmiştir. Ayrıca temiz giyinmeye, düzene önem veren tertipli bir yapıdadır.
Mustafa Efendi son derece cömert bir mizaca sahiptir. O’nun kapısından insanlar, sofrasından misafirler eksik olmazdı. Yemek yedirmeyi çok sever, yemek yediren ve misafirperver olan etrafındaki kişilere de ayrı bir muhabbet beslerdi. Misafirlerine kendisi hizmet ederdi. İnsanlara hizmet ettirtmekten çok hizmet etmeyi seven Mustafa Efendi, “Hizmet edenin himmet bulacağını, hiçbir zaman Geylânî’nin yolunda hizmetin himmetsiz kalmadığını” söylerdi. Şeyhinin O’na vasiyeti olan “Evladım, hizmet, hizmet, hizmet” sözlerini o da mürîdlerine vasiyet ederdi.
Bugünün işini yarına bırakmayan, iki günü eşit olan zarardadır bilinciyle hareket eden Mustafa Efendi, kendisine kadar ulaşan tasavvuf mirasını sonraki nesillere, aslına uygun bir şekilde aktarabilmek için gayret sarf eden bir insandır. İslam’a, devletine ve milletine hizmet eden insanlar yetiştiren bir kişi olan Mustafa Efendi, “Ninem tam bir Osmanlı kadınıydı, hayatım boyunca saçının bir tek telini görmedim.” ifadelerini kullanmıştır. Ailesinin çocuk yaşlardan itibaren hayâ ve edebe son derece önem verdiğini, bu ahlaktan bir an bile uzak yaşamadığını bizlere gösterir.
Dış görünüşü heybetli bir yapıya sahip olan Mustafa Efendi, sert mizaçlı ve celâlli bir yapıda görünse de içinde ve ruhunda islam şefkatine sahip, Hakk’ın cemâl sıfatlarına sahip bir yapıdadır. Kendisi sıla-i rahime çok önem verirdi. Memleketi Kars’a ziyaret için geldiği her seferinde ailesine, “Evladım! Şimdi akrabalardan başlayarak ziyaret edeceğimiz yerlere gidelim sonra rahat olalım” sözlerini kullanırdı.
Mustafa Efendi, İslam konusunda hiçbir zaman taviz vermemiş, tavrı ve fikirleri net olmuştur. Hakkı söylemekten asla çekinmeyen, dosdoğru dile getiren bir yapıdadır. Kendisinin ya da cemaatin menfaati için hiçbir zaman haramı, şüpheli ve kötü şeyleri meşrulaştırmamıştır. Cemaatinin içerisinde nifak sokmak, fitne çıkarmak isteyen insanlara asla fırsat vermemiştir. Onlara karşı sergilenecek tutum ile Rasulullah Efendimizin zamanında uygulanan İslâmi tavrın aynı olmasına her dâim dikkat etmiş ve bu tavrı kendisine düstûr edinmiştir.
Mustafa Efendi, “Sizleri buraya ben toplamadım, Allah(cc) topladı.” ifadeleri ile bütün cemaatini ve irşad görevini kendisine bırakılan bir emanet olarak görmüştür. Şeyhinden teslim aldığı hilâfet görevini aslına uygun bir şekilde muhafaza ederek kendisinden sonraki nesillere teslim etmeye çalışmıştır. Çünkü kendisine teslim edilen sorumluluğun, İslâm davasının ve tasavvufî geleneğin Geylâni’den itibaren yaklaşık sekiz asır boyunca devam ettiği bilincine sahiptir.
Diğer meselelerde olduğu gibi Şer’î konularda da hiçbir zaman “Bana göre şöyle...” ifadesini kullanmamış, verdiği tüm fetvalara Kur’an-ı Kerim’i ve Rasullah’ın (sav) sünnetlerini kaynak göstermekle yetinmiştir.
Ümmet-i Muhammed’in birliği ve beraberliği için hayatı boyunca çaba göstermiş, İslam için hizmet eden bütün din adamlarının, imamların ve diğer çalışanlarının da şuurlu insanlar olması gerektiğini söylemiştir.
Keşfe ve keramete önem vermeyip, Müslüman için en büyük keşfin istikâmet olduğunu her zaman dile getirmiştir. Ömrünü israftan ve aşırılıktan uzak geçirmiş, hiçbir zaman zenginliği övmemiştir.
Mustafa Efendi, sorumluluk ve vazife bilincine sahip bir insandı. Bu sebeple yaşamının son zamanlarına kadar hastalığı ağırlaşmasına rağmen sohbet ve zikir meclislerini bırakmamış, kendisinin kürsüye çıktığı zaman şifa bulduğunu ifade etmiştir.
Kendisini hiç kimseden üstün görmemiş, maddi ve manevî imkânları olmasına rağmen şöhrete dalmamıştır. Kulluğu, “Allah’a (cc) ibadet etmek ve O’nun yarattığı her şeye hizmet etmek” olarak tanımlamıştır.